Translate

19 Ağustos 2016 Cuma

Mehmet'imin Bisikletleri...

Mehmet'ime 2 yaşındayken 3 tekerlekli bir bisiklet almıştım. Altı ayı bulmadan haşin kullanımdan yeterince nasibini almış olacak ki pert oldu.

Bisikletsiz olmazdı tabii. Bu kez iki tekerlekli Bianchi marka bir bisiklet aldım. Yanlarında da dengeyi sağlayacak minik yan tekerleri vardı. Evde oynarken, yan tekerlerden birisi kırılıyor. Mehmet de ikinci yan tekeri kendi söküyor. Evde ileri, geri yaparken iki teker üstünde denge sağlamayı öğreniyordu.

Partaki Yarışcı: Mehmet
3 sene kadar bu bisikleti kullandı. Bu süre zarfında, Bianchi bisiklet ile hem köyde hem de İzmir'de epey antreman yaptı. Zaman geçtikce, büyüdü ve bisiklet de küçük gelmeye başladı. Çankaya'dan Sundu mağazasından tam da içimize sinen Salcano marka 18 vitesli bir dağ bisikleti aldık. Mehmet'im bu bisikleti çok sevdi. İlk vitesli bisikletiydi ve üzerinde kendini kuş gibi hafif hissediyor, bisiklet sanki vücudundan bir parcaymış gibi ona hükmediyordu. 

Mehmet, sadece bisiklet sürmüyor, hem eller serbest hem de kadronun üzerinde tek ayakla akrobasi gösterisi yapıyor. Bütün bunları ben öğretmedim. Bu ustalıkta, yeteneği kadar yaz aylarında anneannesinin yanında kalırken köydeki kankaları ile köy yollarında yaptığı antremanların rolü oldukça büyük olsa gerek. 

Sasalı, Bayındır, Bahçelievler ve Sahil Turlarımızdan...
Ben bisikletle uzun ve sabır isteyen yolları severken, Mehmet'im nispeten daha kısa, hareketli ve eğlenceli turları tercih ediyor. Baba oğul birlikte Sasalı'ya, İnciraltı'na, Konak Sahile ve hatta Bayındır dönüşünde birlikte pedal bastık.

Ama o güzelim bisikletimiz
geçen yıl bir Cumartesi günü depodan başka bir komşunun bisikletiyle beraber çalındı. Epey üzüldük. 

Üzüldük üzülmesine ama umarım hırsız parçalayıp satmamıştır. Eğer ihtiyacı vardı ve kullanıyorsa benden yana hakkım helal olsun. En azından bisiklet bilinci gelişir. Gerçi onunki fazla gelişmiş, ikişer ikişer götürüyor. Ama yapacak birşey yok!

Neredeyse Mehmet'im bir senedir bisikletsizdi. Geçen Cumartesi sabah koşu için Ender'i almaya giderken gördüğüm bisikletli Mehmet'ime artık bir bisiklet almam gerektiğini hatırlattı. 

Koşu dönüşü akşamüstü Mehmet'le arabaya bisiklet taşıma aparatını yükledik ve arabayı Ticaret Odası'nın önüne park ettik. Yürüyerek doğru Çankaya'ya Sundu Bisiklet mağazasına. Mağaza'nın sahibi Hüsnü ile kapıda karşılaştık. 

Mosso 24" ile İlk Pozumuz...
-Ooooo! Birol abi uzun zamandır görüşemiyoruz. Nerelerdesin?
-İyidir Hüsnü. İş güç, mesai dışında da koşuyoruz. Ama bizim delikanlının bisikleti çalındı. Ne önerirsin?
-Abi, Mehmet'in boyuna uygun kadro 24 jant 21 vitesli Mosso dağ bisikleti iyi olur. 
-26" olmaz mı?
-Abi onun için erken, çalınmazsa 24" i 4-5 sene kulllanır :)
-Peki öyle olsun. Güzel görünüyor. Km ölçer, ön ve arka ışık ve zil takalım. Bir de eldiven ve  kask. 
-Beşir, Mehmet'in bisikletini kurun hemen

30-40 dk bisikletin hazırlanmasını bekledik. Bu arada, yarış bisikleti modellerine baktık. Belki duatlon da lazım olur diye. 

Bisiklet hazır olunca, Hüsnü ve elemanlarıyla vedalaştık. Ben yürüyerek, Mehmet bisikletiyle hedef araba olmak üzere yola koyulduk. Mehmet'e yeni bisikletin viteslerinin nasıl çalıştığını tarif ettim. Daha ben sözümü bitirmeden, "Tamam baba, ben hallederim." deyip bisikletle 100 metre kadar açılıyor, sonra dönüp geri geliyordu. Aylardır özlemini çektiği bisikletine kavuşmuştu. Atatürk Caddesine çıkınca, Mehmet yanıma geldi.

-Baba bir de sen denesene..
-Oğlum bu bisiklet küçük bana
-Olsun, yine de sen sür. Ben de yanında koşayım.
-Peki o zaman.

Evlat işte kıramadım. Önce bisikletin sele mandalını gevşetip, kendime göre yeniden ayarladım.

Sele ile gidon arasındaki mesafe yetişkin bir insan için kısaydı ve ara sıra dizim gidona çarpıyordu ama sürmeye engel değildi. 400-500 metre civarında sürdüm. Mehmet arkadan koşuyor ama yetişemiyordu. Sonra bisikleti asli sahibine vermek lazım diye düşünüp, indim ve Mehmet'e;

-Al oğlum sen daha güzel kullanıyorsun. Sana daha çok yakışıyor dedim.

Bisiklete binmesiyle birkaç saniye içinde gözden kaybolması bir oldu. Ticaret Odası'nın önünde bisikleti arabaya yükledik ve taşıma aparatına sıkı sıkıya bağladık.

Yolda gelirken Mehmet İnciraltı'na benimle birlikte bisiklet sürmeye gitmek istediğini söylüyordu. Ama eve gelince, yorulduğunu, Cumartesi değil ve Pazar günü gitmek istediğini söyledi.

...

Kent Ormanı Turumuzdan Kareler
Pazar günü akşamüstü bisikletler yine arabada, İnönü Caddesi üzerinden doğru İnciraltı'na.

İnciraltı Kent Ormanı'nda otoparkında arabayı bıraktık ve ikimiz de bisikletlerle koşu yoluna çıktık.

Mehmet olanca gücüyle pedal basıyor ve yapabileceği en yüksek hızda gitmek istiyordu.

Kent Ormanı benim için oldukça tanıdık bir yerdi. Ama Mehmet epey bir zamandır buralara gelmemişti.

-Baba buralar ne kadar güzelmiş böyle.
-Evet oğlum. Sabah erkenden buraları daha sakin oluyor. Birkaç bisikletli ve koşucular..
-Bir gün sabahtan gelsek olur mu?
-Tabii olur. Hatta ben koşarım. Sen yanımda bisiklet sürersin.
-Olur ama ben seni geçerim o zaman.
-Tabii. Zaten geçmezsen ayıp olur :)

Gerçekten de sabah ile akşamüstü arasında Kent Ormanı'nda dağlar kadar fark var. Sabahları oldukça sakinken, akşam üstü koşu yolunun etrafı mangal yakanlar, top oynayanlar, deniz kenarında masalarda demlenenler, el ele aşıklar, kitap okuyanlar, oltayla balık avlamaya çalışanlar, topu kaçtı diye ağlayan çocuklar, bisiklet sürenler, koşanlar ve daha binbir çeşit insan... Sanki İzmir'de kimse kalmamış da hepsi buraya akın etmiş.

Ben etrafı gözlemlemeye dalmışken, Mehmet akrobatik hünerlerini sergilemeye başladı. Çok az bir kısmını videoya kaydedebildim. Oradan Kent Ormanı'nı dönüp durmak yerine Özdilek'e doğru sürmeye karar verdik.

Barış Manço köprüsüne gelmeden, Mehmet'e vites düşür, yoksa çıkması zor olur dedim. Tamam anlamında başına salladı ama büyük ve küçük vitesi karıştırmış olacak ki, köprüden inerken bisiklet zincir attı. Allah'tan daha önceki uzun yolculuklardan dolayı tamir malzemelerimiz tamdı. Kısa bir operasyonun ardından, zincirini yerine taktık ve yola devam.
Sahilde Balık Ekmek

Balıkçı teknelerinin yanından geçerken, balık ekmek satan bir tekne gördük. Ben  acıkmıştım. Mehmet henüz aç olmadığını ama bir kola içebileceğini söylüyordu. Ancak, benim yarım balık ekmeği görünce fikrini değiştirdi ve ona da bir tane aldık.

Akşam güneş batmış, hava kararmaya başlamıştı. Akşam serinliğinde sahil kenarı iyiden iyiye kalabalıklaşmıştı. Sahilde balık ekmek, çay, çiğdem, kabak çekirdeği ve su satıcıları vardı.  Bu kalabalığın içinde metre metre ilerlerken, aniden bisikletin önüne fırlayan çocuklar, köpekler ve hatta koca koca insanlar...

Bu hengame içinde herkes kendi yolunu buluyor ve bir şekilde ilerliyordu. Ama hiç kimse de halinden şikayetçi görünmüyor. Gülüyorlar, eğleniyorlar ve işte ben İzmir'i bu yüzden çok seviyorum diye düşünüyordum.

Sürüş Güzergahımız
Sahildeki aydınlıktan karanlığa dalınca, tam da lazım olacak yerde benim bisikletin ön farının pili bitti. Mehmet'in bisikletinin farına kaldık. O önden bana rehberlik yaptı, ben de arkadan.

Kent Ormanı'nı koşu yolunda genel olarak bir aydınlatma vardı ama karanlık bölgeler de yok değildi.

Ormanın hışırtısı, ara sıra köpek sesleri ve bisikletin teker sesi...Başka bir ses yok.

Ses çıkaranlar sahil kenarına gitmiş.

Nihayet Kent Ormanı Otoparkı'na vardık. Birkaç dakika içinde bisikletleri arabaya yükledik.

Arabaya binince tatlı bir yorgunluk. Koşuda arkadaşlarla yaşadığımız endorfini, bu kez arslan oğlum Mehmet ile birlikte yaşıyorduk.

Allah ömür verirse, bisiklet gruplarıyla Mehmet'imle uzun bisiklet turlarına da katılmaya hayal ediyoruz. Ama ondan önce, yeterince hazırlık yapmamız gerekiyor. Olur mu? Allah izin verdikten sonra, niye olmasın!

9 Ağustos 2016 Salı

İnciraltı Kent Ormanı Koşusu..

Cuma günü sabah telefonum çaldı. 

Telefonun diğer ucunda Hitay;

- Birol, hafta sonu müsaitim, uzun zamandır yapamadığımız şu koşuyu artık yapabiliriz. Programın nasıl?
-Uygun. Yarın sabah 06.30'da İnciraltı Kent Ormanı'nda olabilir misin?
-Tabii ki. 
-Tamam o zaman. Orada görüşürüz. 

Telefonu kapadıktan sonra, aklıma geçen yıl Hitay'la yaptığımız bisiklet turu programı geldi. Son dakika İzmir'e Turizm Bakanı gelince, o gelememiş, ben de Gaziemir Aktif Pedal Grubuyla bisiklet sürmeye gitmiştim. İnşallah bu kez birlikte bir etkinlik gerçekleştirmeyi başarabiliriz diye düşündüm. 

Ege Maraton'dan arkadaşlarım Ali Osman ve Ender'i, akabinde Alihan ve Hakan'ı aradım. Onlar dünden koşmaya razıydı. Anlaştık ve bir aksilik çıkmazsa bu kez Cumartesi günü 6 kişi koşacaktık. 

Ender daha önce Yeşilyurt'da oturuyordu. Şimdi ise Karşıyaka'da. Benimle takılan herkes bir yerlere gidiyor. Daha önce, hep birlikte yürüdüğümüz Yunus da Manisa'ya taşınmıştı. Şimdi ise Ender. Acaba benden mi kaynaklanıyor diye düşünmedim de değil. :)

İzban, Vapur veya otobüsler Ender'in sabah 06.00 da Karşıyaka'dan İnciraltı'na gelmesi için pek uygun değildi. Bunlardan birini denese bile geç kalma ihtimali oldukça yüksekti. O nedenle,  sabah gidip arabayla onu alacaktım.

Cumartesi sabahı erkenden düştüm yola, geleneksel çorba faslından sonra istikamet Karşıyaka İskele olmak üzere kontağı çevirdim. Yolda bir bisikletli gördüm, karanlıktan süzülerek geliyor ve karşıdan karşıya geçiyor. Ne zamandır bisiklet süremediğim için içim cız etti. Yakışıklım, ars
lan oğlum Mehmet'e de bisikletinin çalınmasından sonra henüz yenisini almamıştım. Birlikte yaptığımız mini bisiklet turları yarım kalmıştı. Bugünden tezi yok almalıyım artık diye düşündüm. 

Bu düşüncelerden sıyrılıp,  radyoda sabah mahmurluğunu attıracak bir kanal  bulmaya  çalıştım.  Radyodaki yorumcu, Fenerbahçe başkanının basketbolda doğru yaptığını ve desteklediğini, futbolda ise yanlış yaptığını  söyleyerek bir biri ardına  eleştirilerini sıralıyordu. Taraftarlardan geçen yıllara göre daha fazla kişinin başkanın istifasını istediğini söylüyor. Açıkçası bu kanal beni pek sarmıyor, birkaç zappingten sonra TRT Türkü kanalındaki sazlı-sözlü türküler eşliğinde Karşıyaka İskelesi'nin tam karşısına park ediyorum. 

Biraz erken gelmişim. Ender'in gelmesine daha 15 dk vardı.  Ender'e mesaj atıp, dışarıda tur atmaya başladım. Sabahın köründe ayakta olanlar, fırıncılar, taksiciler ve sabah sanki uzak bir yolculuğa hazırlanan  6-7 motorcu kasklarını takıyor, kulakları enlenmiş ve ensesi kalın köpekler de "buralar bizden sorulur" edasıyla cadde de fink atıyorlardı. 

Tam saatinde 06.00'da Ender geliyor. Ender'le son görüşmemizin üzerinden neredeyse 2 ay geçmişti. Sarılıp hasret gideriyor, hal hatır soruyoruz. 

Sonra arabaya binip, Altınyol ve Fuar sapağı güzergahından Konak'a geldik. Nerde olduğunu öğrenmek için Ender Ali Osman'ı aradı, o da sahile çıkmak üzereydi. Onu da yoldan aldık, 10 dakika içinde İnciraltı Kent Ormanı'ndaydık.  

Hitay ve peşisıra Alihan da damladı. Hitay ilk kez böyle bir koşuya katıldığı için biraz gergin ve heyecanlı görünüyordu. Ona temponun düşük olacağını ve diğer arkadaşlar tempoya kendilerini kaptırırlarsa bile birlikte devam edeceğimizi söyledim. Biraz rahatladı gibi. 

Hakan gelmedi, telefon ettim açmadı. Buluşma saatinden 10 dk geçince "ders düştü" deyip biz 5 kişi programımıza devam ettik. Hakan beden eğitimi öğretmeni. Gelseydi, ısınma hareketlerini o yaptıracaktı. Gelmeyince o iş bana düştü. 7-8 dk temel ısınma hareketlerinden sonra, 7 pace ile koşmaya başladık. 

Koşarken Kasım'daki İstanbul Maratonu ve 2017 Mart'ındaki Runatolia maratonuna kayıtlarından, bir ay sonra gerçekleşecek İzmir Yarı Marratonu'ndan konuştuk. Kent Ormanı'ndan Barış Manço köprüsü istikametinde ilerlerken birkaç dakikalık canlı yayın yaptık face'de. Geçen yıl Ali Osman koşu virüsünü bana bulaştırmıştı, ben de Alihan ve Hakan'a. Ender'in kanında geçmişten gelen epey bir koşu virüsü varmış. Bugün de Hitay son kurbanımız. Ona da bulaştı. 

Daha koşu alanından ayrılmadan, sabahları erken kalkıp koşmaktan ve sağlık için ne denli önemli olduğundan bahsetmeye başladığına göre virüs kana ulaşmış demektir. Artık iflah olmaz. 😀

Barış Manço köprüsüne varınca oltayla balık yakalamaya çalışan bir avcıdan fotoğrafımızı çekmesini
rica ettik. O bizi çekti, sonra biz de onları. Biraz daha ilerleyince Ali Osman tempoyu artırdı, geri kalan dörtlü bir süre sohbet halinde koşuya devam ettik. Ender, İzmir Yarı Maratonu sonrası rüyasında turşu gördüğünü, kalktığında turşu yiyince gözlerine fer geldiğini, bütün bunların ise koşu esnasında içtiği sekiz şişe suyun elektroliz dengesini bozmasından kaynaklandığını söylüyordu. 

Mesafe 3,5 km olduğunda,  Hitay  yorulduğunu ve artık daha fazla koşamayacağını söylüyordu. Ben öndeki gruba seslendim;

-Siz devam edin, biz biraz yürüyeceğiz. Gelecek tur size katılırız. 
-Tamaaam!

Artık tempo baskısı kalkmış, Hitay ile yürümeye başlamıştık. Hız azalınca etrafımızda çiçek açan ağaçların güzelliğine dikkat kesilmeye ve ciğerlerimizin en ücra köşelerine kadar işleyen deniz kokusunu hissetmeye başladık. Fırsat buldukça da bu güzellikleri ölümsüzleştirmeye çalıştık. 

Bu arada, her halinden profesyonel olduğu belli olan bir bayan atlet sabah antrenörü eşliğinde idman yapıyordu. Hem bisiklet kullanıp hem de koşu yaptığına göre duatlon yada triatlon antremanı yapıyor olmalıydı. Muhtemelen 4 pace ile koşuyordu ama antrenörü "daha hızlı" diye bağırıyordu. Tabii bizim koşu ile onun yaptığının tek ortak yönü Yaradanın bir olması! Profesyonellik ile amatörlük arasındaki fark bu olsa gerek!

Bu atlet geçen yıl benim lisansım olmadığı için halk kısmına katılabildiğim İzmir Duatlonu'nu hatırlattı. Hitay'a İzmir duatlonunun 5 km koşu, 20 km bisiklet ve 2,5 km koşu şeklinde olduğunu ve sadece lisanslı sporcuların kabul edildiğinden bahsettim. Gelecek yılki duatlona yeterli hazırlık yapabilirsek katılabileceğimizi,  çocuklar kategorisinde  oğlum Mehmet'in de katılmasını istediğimi söyledim. 

Pek yorum yapmadı ama gözlerinden "Önce şu koşma işini bir becerelim. Duatlon için henüz erken" mesajını okudum. 

Biz ayaklarımızı koşturmaktan ziyade sözcükleri koşturduğumuz için, arkadan önce Ali Osman, sonra Alihan geldi ve bize tur bindirdi. Birkaç dakika sonra Ender de bize yetişti ama koşmayı bırakıp bize takılmayı tercih etti. 
Finish'e geldiğimizde saatlerimiz, koşanların  10-12 km, Hitay ile ikimizin ise koşu-yürüyüş karışık
8,6 km yol katettiğimizi gösteriyordu.

Son selfilerimizi çektikten sonra Alihan Kent Ormanı otoparkında bizden ayrıldı. Ali Osman "Kipa'ya gidip kahvaltı yapalım" önerisini getirince, kısa bir konsültasyon sonrası öneriyi oy birliği ile kabul ettik. 

10 dakikalık bir yolculuğun ardından arabaları Kipa'nın karşısına park edip içeri girdik. Sabah 5-6 kişi dışında pek kimse yoktu. Kipa personeli rafları düzenliyor, yeni güne başlamanın hazırlıkları ile meşgul oluyorlardı. 

Kahvaltı gayet minik ve  klasik bir tabakta self servis şeklindeydi.  Kahvaltı tabaklarımızla sandalyelerimize oturunca, herkesin mimiklerine ve gözlerine  görevini başarıyla yerine getirmiş olmanın huzuru ve mutluluğu aksediyordu. 

Sonradan öğrendiğime göre beden eğitimi öğretmenimiz Hakan uykuyla olan mücadelesinde mağlup olmuş ve tüm bu güzelliklerden mahrum kalmıştı. Onun için bir başka sefere dedik. 

Bu koşuda, endorfin kurbanları arasına Hitay'ı da katmış, koşu virüsünü ona da bulaştırmış olduk. Daha nice  yeni kurbanlara, hep birlikte nice güzel ve sağlıklı koşulara!

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Narlıdere Dağ Koşusu...

Sabah 05.59'da uyandım. Aslında saati 06.00'ya ayarlamıştım. Vücut saati kol saatimden daha iyi çalışıyormuş diye düşündüm. 

Akşamdan Ali Osman ile Metro İzmirspor durağında 06.30'da buluşacağız diye anlaşmıştık. 

Bir yandan akşamdan hazırladığım tişört, şort, cüzdan ve çorabın bulunduğu rafa yöneliyorum. Hepsini tek tek giyerken, yeni tadilattan çıkmış evimizin koridorundaki bazı eşyalar "burası bizim yerimiz değil" diye dik dik gözüme bakıyorlar. Ben de "az kaldı, sabredin" diyorum. 

Bu arada evimizdeki 5. şahıs kedimiz Çakır, herkesten önce uyanmış koridoru baştan başa turluyor ve dışarı çıkmak için balkon kapısının önünde nöbet tutuyor. Neyse ona balkon kapısını açıyor ve evdekileri uyandırmadan sessizce evden çıkıp otoparka gidiyorum. Arabayı çalıştırdığım gibi soluğu Özurfa'da alıyorum.

Saat 06.18. 7/24 açık olan, bisiklet ve koşulardan önceki uğrak noktam Özurfa. Garson beni görünce "abi az ezogelin mi?" diye soruyor. Ben de "Evet, günaydın" diyorum. Sabahın köründe zaten ya ben yalnız oluyorum, yada akşamdan kalmalar lokantada. Televizyonun sesi kısık, ama görüntülerden darbe girişimi sonrası yapılan bir tartışma programının tekrarı gibi görünüyor.

Çorbanın arkasından hemen bir çay geliyor. Dakikalarla yarıştığım için, hesabı ödeyip "Hoşça kalın, kolay gelsin" deyip ayrılıyorum.

Arabayla İzmirspor durağına geldiğimde Ali Osman'ı görüyorum. Ön koltuğa oturuyor. Hoşbeş faslından sonra, nereye gideceğimizi konuşuyoruz. Geçen hafta kent ormanında koşmuştuk. Ali Osman;

-İstersen yine kent ormanına gidelim yada Narlıdere'de 16 km'lik bir parkur var. Oraya da gidebiliriz. Ama biraz yokuş ve inişler var dedi. 
Ben de;

-Bir de farklı bir güzegah deneyelim. Değişiklik olur dedim. 


Anlaştık. Narlıdere'ye geldiğimizde, beni ara sokaklardan daha önce de Ege Maraton Spor Kulübündeki arkadaşlarımızla geldikleri bir otoparka getirdi.
-Bir daha bulamayayım diye mi? Böyle karışık yollardan getiriyorsun? diye takıldım. 
Güldü ve;
-Birkaç defa gelince alışırsın dedi. 

Fazla eşyaları arabada bırakıp yola koyulduk. Ben su getirmemiştim. Ali Osman hem 1 litrelik, hem de 250 ml'lik su getirmiş. İkimize de yeter dedi ve 250  ml olanı yanımıza aldık. :)

Biz geç kalmışız herhalde diye düşündüm. Dağ yolundan kadınlı erkekli 2'şerli, 3'erli yürüyüş grupları geliyor. Gruptakilerin en az birisinin elinde bir sopa  olması dikkatimi çekiyor. Ali Osman'a soruyorum.

-Ne iş?
-Herhalde dağa çıkarken asa olarak kullanmak içindir. 

Mantıklı görünüyor. Ama burada tırmanma yok, bildiğin yol diye düşünüyorum, ancak fazla da üzerinde durmuyorum.

Önümüze peş peşe yokuşlar çıkıyor. Çok eğimi yok, ama bahardaki ahmak ıslatan yağmurunun ıslattığı gibi çaktırmadan yoruyor. Neyse devam ediyoruz.

Ali Osman geçen yıllarda Ege Maraton grubu ile geldiğinde bu yokuşları çok daha hızlı koştuklarını, şimdi yeterli antrenmanımız olmadığı için yeterince hızlı olmadığımızı söylüyor. Hatta pace'in 5 olduğundan dem vuruyor.  Kendi kendime ben düz yolda 5 pace'le gidemiyorum, helal olsun diyorum. Ona bir şey söylemiyorum ama o hız bu yokuş için fazla, oksijen çarptı, rakamlar karıştı herhalde diye düşünmekten de kendimi alamıyorum. 

Yolda tek koşan biz değildik. Köpek enikleri, tavuklar ve kediler de bir süreliğine de olsa yol arkadaşı oldular bize. Yokuş koşmak kolay değil ama imkansız da değil. Önümüze gelenlerle selamlaşıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki, buradaki ahali koşuculara alışkın. Köyde olduğu gibi, "ne var, niye koşuyorsun? Gülüm" diyen olmuyor. Önümüze gelenlere, "Günaydın" diyoruz. Onlar da içtenlikle "Günaydın" diyor. 

Bir süre sonra, hafif eğimli ama daha düz bir noktaya geliyoruz. Ali Osman ile manzara ve selfie fotoğraflar çekiyoruz. Yol kenarında incir ağaçları, bostan tarlaları, çam ağaçları, pıynar, melengiç ağaçları, yabani çiçekler ve derin vadiler eşsiz bir manzara oluşturuyor. 


Birkaç yüz metre sonra iniş başlıyor. Ee haliyle hızlanıyoruz. Ali Osman, öğretmenin kim olduğunu göstermek istercesine hızlanıyor. Bense derece  hız rekoru kırmak yerine manzaranın tadını çıkarmaya ve yakaladığım güzel kareleri ölümsüzleştirmeye çalışıyorum. Hatta Ali Osman'ın haberli habersiz pek çok fotoğrafını çekiyorum.

Nihayet bir dere yatağına geliyoruz. Tabii Ali Osman biraz açılmış. Sesleniyorum "beklee" diye. O da dönüp geliyor. 

Ben su içiyorum. Elimi yüzümü yıkıyorum. Ama o içmiyor.  Ali Osman az daha ileride akar bi su buluyor. 250 ml lik pet şişesini dolduruyor. Bu 2-3 dakikalık molanın ardından, yeni bir yokuş ve koşmaya başlıyoruz. İleride yol ayrımı geliyor. Tam tepede gözetleme kulesine benzer bir yapı görünüyor. Ali Osman'a

-Biz niye oraya gitmiyoruz 
-Oraya maratoncular ve ultracılar gidiyor.  Biz yarı maratoncuyuz. 
-Ben değilim. Henüz bir 21k koşmuşluğum yok. 
-Geçen yıl 6 Eylül'de koştun ya..
-O koşma sayılmaz. 10k koşu ve gerisi sürünme. O ne sıcaktı Allah'ım!
-Bu yıl İzmir yarımaratonu 08.00 de başlayacakmış. 
- Bence 07.00'de başlasa bile olur. 
-O kadar da uzun boylu değil. 
-Peki biz o tepeye niye gitmiyoruz?
-Bu antremanlarla o kadar koşamayız da ondan. 
-Koşcaz diye senet vermedik ya. Biz de yürürüz. 
-Öyle olur bak. 

Bu sohbet sonrası yine iniş başladı. Paraşütle iner gibi eğim ekside. Ben yakalayabildiğim kadar manzara ve makro çekimler yapıyorum. Ali Osman aramızdaki  mesafeyi neredeyse 500 metreye kadar çıkardı. Önümüze küçük köprüler, delice zeytinler, delice keçi boynuzu, çam ve ahlat ağaçları geliyor. Vadiler derinleşiyor, gözün görebildiği son noktaya kadar Narlıdere ve İzmir'in manzarası.

Koşarken, manzara seyreder ve düşüncelere dalarken, Ali Osman geri geliyor. Birlikte koşuyoruz. Tam 13 km olmuş. Biraz sonra daha sert bir inişe, muhtemelen orman yangınları için açılmış toprak bir yola giriyoruz. Tabana 500-600 metre kala iki araba geliyor arkamızdan. Birisi sivil bir doblo, diğeri jandarma aracı. Her ikisi de geçerken selamlıyor, biz de selamlarını sağ elimizi havaya kaldırarak ve gülümseyerek alıyoruz.

Bir yandan böyle bir nazik davranış için mutlu oluyor, diğer yandan 15 Temmuz Darbe girişimiyle cuntacılar yüzünden askerimizin itibarının tarumar oluşunun üzüntüsü yüreğimi dağlıyor.  Ali Osman da aynı duyguları paylaşıyor, koşmayı bırakıp yürüyerek devam ediyoruz.  
Ortak dileğimiz:
Allah vatanımızı, askerimizi, polisimizi ve milletimizi korusun. Birbirimize düşüp, düşmanlarımızı sevindirmesin. Umarım, bu musibetten birliğimiz ve bütünlüğümüz adına ders çıkarır  da, bu tuzaklara bir kez daha düşmeyiz. 
Yol kenarlarındaki dağ evlerine ve bahçelerinde yine inek, tavuk, koyunlara rastlıyoruz. Yolun ortasında iri kıyım iki köpeğe rastlıyoruz. Ali Osman hiç o tarafa bakmadan yandan yandan geçti, bana da "çabuk geç, ne yapacakları belli olmaz" dedi. Yumruk yemiş gibi suratı olandan hani benim gibi bir köylü çocuğu bile tırstı. O zaman, kafamıza dank etti. Yolda önümüze gelen herkesin elinde neden sopa olduğu. Köpeklerin umurunda bile olmadık ama bakışları yetti. :)

Sona yaklaşıyor ve başladığımız noktaya Asma Bahçeler'in önüne geliyoruz. Ali Osman, oraya yapılan teleferiği gösteriyor. Ben pek bir şeye benzetemedim ama orada teleferiğe benzer bir şey vardı. Henüz bazı bölümleri inşaat aşamasında olsa da, burada oksijen bolluğundan kafayı bulabilirler. 100-150 metre yakınında ise Narlıdere Küçük Esnaf Sitesi var. Ben de Site içinde Dayan Market Tekel bayiinden yarım litrelik 2 adet soğuk su alıyorum ve birisini Ali Osman'a veriyorum. 

Nihayet arabamızın yanına geliyor, tişörtleri kurularıyla değiştiriyor ve son selfilerimizle Narlıdere Dağ Koşumuzu bitiriyoruz. Garmin saatlerimiz 100-150 metre farkla aynı şeyi söylüyor. Mesafe 16.7 km olmuş. Böylece, bol oksijenli, yürümeli, koşmalı güzel bir hafta sonu etkinliğimizi tamamlamış oluyoruz.