Translate

22 Temmuz 2016 Cuma

Runatolia 2016’dan İzlenimler ve Endorfin…

Eğer nitelikli bir organizasyona katılmak isterseniz, bunu çok önceden takviminize yazar, iş ve özel yaşamınızı da buna göre ayarlarsınız.

İşte ben de tam öyle yaptım. 6 Mart 2016’da gerçekleştirilen Runatolia’nın kayıt ücretini 6 ay önceden yatırmıştım. Bu davranışla, aynı zamanda kendimi psikolojik olarak bağlıyor ve hazırlıkları da ona göre yapmış oluyorum.

Hiç hazırlıksız, 10 km koştuktan sonra İnciraltı’ndan otobüsle eve dönmek üzere katıldığım 6 Eylül 2015 İzmir21k koşusunu 10 km’sini koşarak ve geri kalan bölümünü yürüyerek de olsa bitirdim.
 
Bu koşuda pek çok ilki yaşadım:
  • Hepsini koş(a)mamış olsam da ilk katılım madalyamı burada aldım. Ancak, 3 dakika daha hızlı gelemediğim için listeye bile giremedim.
  • Ali Osman Şapçı ile tanıştım ve onun sayesinde Ege Maraton Spor Kulübü’nün üyesi oldum.
  • Çimenleri sulayan Belediye görevlisi (Allah razı olsun) hortumla o sıcakta araba yıkar gibi bizi baştan aşağı ıslattı.
  • Kendime “haddini bil” dedim ve o günden bugüne bir daha 21k koşmadım. 
Neyse arada bir İstanbul Avrasya Maratonu macerası var. Ama o, başka bir yazının konusu olduğu için onu şimdilik es geçiyorum.

Runatolia’ya daha 3 ay varken, hafta içi sabahları 5-6 km, hafta sonları da 10-12 km koştum. Bu koşularda, Ali Osman Şapçı, Ender Sert, İbrahim Selek, Davut Yıldırım gibi Ege Maraton Spor Kulübü’nden pek çok arkadaşla birlikte antrenmanlar yaptım.

Bu arada, her disiplinde olduğu gibi koşunun da kendi içinde bir dili, terminolojisi olduğunu öğrendim. Pace, nabız, VO2max, drifit tişört gibi terimlerin yanında koşuda ayakkabının ne denli önemli bir unsur olduğunu hem kendi hem de arkadaşlarımın tecrübeleriyle hafızama iyice kazımış oldum.

Yarıştan önceki hafta antrenmanları azalttık ve dinlenme moduna geçtik. Ege Maraton Spor Kulübü Başkanımız Ahmet Sırrı Eke, her zaman olduğu gibi mükemmel bir organizasyon yapmış ve 4 Mart 2016 saat 23.00 için Atatürk Lisesi’nin önü buluşma noktası olarak seçmiştik.

Buluşma noktasına Ender ile birlikte geldik. Gündüz açık olan hava, akşam bize bir sürpriz yapmış ve yağmurlarıyla bize mevsimlerden bahar olduğunu hatırlatmıştı.

Sayım yapıldı, geç kalanlar arandı. Nihayet yarım saat civarında bir rötarla otobüs hareket edebildi. Ben Ege Maraton ailesinin çok yeni bir üyesi olduğum için 30-40 üyeyi bir arada ilk defa burada görüyordum. Facebook’tan gördüğüm yüzleri zihnimde isimlerle eşleştirmeye çalışırken, onlar beni çok daha rahat tanıyorlardı.

Khan Otelde Kahvaltı
Bir taraftan ne kadar unutkan olduğumu düşünürken, diğer taraftan biz yeniler bir iki kişiyiz,  onlar yıllardır birbirlerini tanıyorlar diye kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Bu arada, üyesi olduğum bisikletçi gruplar ile koşu gruplarının yaş kategorileri arasındaki fark dikkatimi çekmişti. Gözlemlediğim kadarıyla, bisikletçi grupların %65 civarı 40 yaş altı, %35 civarı ise 40 yaş üstünde iken, koşucularda bu oranlar tam tersi. Koşucuların içinde triatloncular yer alıyor ama bisikletçi grupların için de koşuyla uğraşan çok az insan gördüm. Nedenini bilmiyorum ama ilgilenenler için iyi bir araştırma konusu olabilir.

Yolda yarım saat civarında bir mola verdik. Sabah saat 07.00 sularında Antalya Khan Otele vardık. Eşyaları emanete bırakıp, doğru kahvaltı için restorana geçtik. Açık büfe ve onlarca çeşit kahvaltı.  İnsan yiyemese de gözü doyuyordu.

Kahvaltı ve sayısız fotoğraflar, selfieler derken, sonrasında göğüş numarası, çip ve tişörtleri almak üzere TerraCity AVM’ye gittik.

Erken gelmişiz, AVM daha açılmamıştı. AVM’nin yanıbaşında yapılan miniklerin yarışlarını izledik. Çocukların herşeyi bambaşka ve müthiş! Bayanların yüksek topuk yarışı da varmış ama biz ona kalmadık.

Minikler koşuyor
Havanın soğukluğuna bakılırsa, sıcaklık 15-16 derecelerdeydi. Sonra zaman geçirmek için bol
fotoğraf ve sohbet eşliğinde Akdeniz’e sarılmış gibi duran Falez Parkı’na gittik. Acayip uçurumlar var. Fevkalede bir manzara! Sanki bir dergiye kapak fotoğrafı çekiyormuşuz gibi hepimiz ya manzara, yada birbirimizin fotoğrafını çekiyorduk. Tabii Ege MaratonSpor Kulübü ailesi olarak toplu bir fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik.

Orada bir saat kadar oyalandıktan sonra TerraCity Avm’de bir iki kat çıktık. İstanbul Maraton Fuarı’na göre daha minik bir alanda kurulmuştu stantlar.  Ancak, düzgün bir organizasyon vardı. 

Falez Parkından Akdenize bakış
Tişört, çanta ve çipler ayrı noktalardan dağıtılıyordu. Sıraya girdik. Hande, Ali Osman ve eşi Türkan da ordaydı. Garmin’in yeni saatlerini inceledik ve Runnery’nin standını ziyaret ettik. Bazı arkadaşlar koşuda enerji vermesi için koşu jeli aldı.

New balance mağazasından bir koşu şortu satın aldım. Burada da koşu öncesi karbonhidrat yüklemesinin yapıldığı bir makarna partisi vardı. Ama otelde arkadaşlarla buluşacağımız için makarna partisine kalamadık. Duş aldık, dışarıda öğle yemeği yedik. Yolda pek düzgün uyuyamadığımdan,  bana bir ağırlık çöktü. Otelde birkaç saat uyudum. Uyandığımda, Ender’i aradım.
 
-Ender, nereye kayboldunuz?
-Nur ve Zülfikar ile Kaleiçi’nde bi cafe’de oturuyoruz.
-Whatsup’tan bir konum göndersenize!
-Tamam gönderiyorum.

Bu konuşmadan sonra, konum geldi.

Google amca’nın haritaları sayesinde, nerede olduklarını +-30 metre hata payı ile gördüm.

Otelden çıktım, yürüye yürüye labirenti aratmayan sokaklardan, düz ve inişi bol yollardan ilerledim. Yolda Hande ile karşılaştım. O da başka bir arkadaşıyla geziyordu. Selamlaştık, ben yoluma devam ettim.


Kaleiçinde bir kare
Cafe’de Ender, Zülfikar ve Nur ile bir saatten fazla oturduk. Bir taraftan çaylarımızı yudumlarken, diğer taraftan ertesi gün yapılacak Runatolia’nın kritiğini yapıyor, Ender daha tecrübeli olduğu için bize geçen yıl ile bu yıl arasındaki farklardan bahsediyordu.

Kaleiçini ağır çekimde geze geze ilerledik. Burada da bir saat kulesi varmış gördük. Metal çubuklarla farklı ve çağdaş bir tasarıma imzaya atmış olan Antalya Kültür ve Sanat binasının önünden geçtik.
 
Bir spor mağazasına girdik. Ender güzel bir eşofman takımı aldı. Ben de alacaktım. Ama eşofmanın altı small, üstü medium denk gelince alamadım. Zira o şekilde bir satışları yok. Android miyim, neyim?

Koşudan önce potasyum ve lif takviyesi yapabilmek için muz ve 1,5 litrelik su aldık. Ertesi sabah erken kalkacağımız için, erken yatmak da farzdı. Ancak, kendi aramızda her koşudan önce “koşucuların ayini” diye tabir ettiğimiz bir olayı da gerçekleştirmemiz gerekiyor.

Şöyle ki:
  • Tişörtlere göğüs numaralı çengelli iğne ile tutturulacak,
  • Sağ ayakkabının bağcıları çözülüp koşu çipi özenle monte edilecek,
  • Çoraplar ve zorunlu ihtiyaç malzemeleri ve çanta hazır edilecek.
  • Bütün bunlar bittikten sonra hazırlıkların bir fotoğrafı çekilip tüm koşu camiasına hazır olduğumuzu bildirmek için face’de yayınlanacak. 
Sabah 06.00’da herkes ayakta. Akşamdan hazırladığımız kıyafetleri giyiyor, son olarak her duruma karşı az bir para, kredi kartı ve telefonumu alıyorum yanıma.
 
Hep birlikte kahvaltı yapıyoruz. Khan Otel’den yarış toplanma bölgesi olan Cam Piramide kadar hep
birlikte yürüyoruz. Zaman zaman biraz sonra koşacağımız güzergahı görüyor, zaman zaman da parklardan ve ara yollardan ilerliyoruz. Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından parkların içinde köpek ve kedilerin su içmesi ve beslenmesi için yapılmış kulübeye benzeyen noktaları görünce hoşuma gidiyor ve bir kare fotoğrafını alıyorum hemen.

Yolda enfes manzaralarla karşılaşıyoruz ve fırsat buldukça çekiyoruz. Nihayet Cam Piramidin olduğu Runatolia Toplanma Bölgesi’ne geliyoruz. Dakikalar geçtikçe, koşucuların sayısı artıyor. Bir yandan sürekli anonslar yapılırken, diğer yandan müzik yayını yapılıyor. Ege Maraton Spor Kulübü’nün diğer üyeleriyle de bir araya geliyor, bu anları ölümsüzleştirmek için fotoğraf çekiyoruz. Diğer arkadaşlar, genelde 21k yada 42k koştuğu için, 10k’cı olarak fotoğraf işleri çoğunlukla bana kalıyor. Eee ben de bu görevi büyük bir keyifle yapıyorum.

Yarış saati yaklaşıyor. 08.45’te tekerlekli sandalyeli koşucular, 09.00’da 42k ve 21k koşucuları yarışa başlıyor. Ben de onları fotoğraflıyorum. Ama içimden seneye bu fotoğrafları çekmeyeceğim, ben de 09.00’da koşuya başlamak istiyorum diye geçiriyorum. Neyse 09.15’te 10k’cıların yani benim başlangıç saatim.

Koşu Öncesi
Ben foto işleriyle uğraşırken, herkes sıraya geçmiş. Tabii ki sayamadım ama yarış kulvarında önümde en az 3.000 kişi vardı. Ama Allah’tan Start noktasına gelmeden benim için yarış başlamıyor. Hafiften kıpırdanmalar başlıyor. Herkes de start’a gelmeden yarışın başlamadığını bildiği için öndekilerin açılmasını bekliyor, ben de öyle yapıyorum. Bir taraftan da Garmin 235 koşu saatimi ayarlıyorum. Hava sıcaklığı 16 derece. Tam bir koşu havası. Start noktasına gelince biraz hızlanıyorum. Ancak, önümdeki kalabalık yüzünden ilk kilometreyi 05:36 dk/km ile tamamlıyorum.

Koşu Güzergahı
Kalabalıktan biraz sıyrılınca hızımı biraz daha artırıyor, 3. ve 4. kilometreleri 05:08 ve 05:05’lik paceler ile geçiyorum. Daha sonraki kilometreleri 05:30-05:15 arası bir hızla gidiyorum. Su istasyonundan bir pet su alıyorum ancak 2 yudum içip fırlatıyorum. Daha önceki tecrübelerimden, çok su içmenin neye mal olduğunu biliyorum çünkü. Neyse finish çizgisini gördüğümde, daha da bir gaza geliyor ve kaslarıma “hadi bir ga
yret” diyor ve son kilometreyi 05:08’lik pace ile bitiriyorum. Nabzım 150-160 arasında seyretmiş. Bu benim için son derece güzeldi. Nitekim antrenmanlarda bu hızlarda daha yüksek olabiliyordu.

10 kilometrelik mesafeyi net 53 dakika 29 saniye ile tamamlıyorum. Finish çizgisinde bekleyen bir genç kız, muhtemel ki öğrenci, katılım madalyamı takıyor boynuma. Bu benim koşu tarihimdeki en iyi dereceydi ve müthiş mutluydum. Nefesimin düzene girmesi için küçük adımlarla yürüyorum.

Daha sonra, benim gibi Ege Maraton’un nadir 10k’cılarından Hande geliyor. Cam Piramidin olduğu bölgede, yiyecek dağıtım noktaları oluşturmuşlar. Birlikte simit, portakal, elma ve meyve suyu alıyoruz. Alanda gezerken, İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin standına rastlıyorum. Merve kızımız, Wings For Life World Run İzmir için kayıt yapıyor. Ben de ilk defa orda duyuyorum bu yarışı. Buradaki konuşmalar esnasında, 8 Mayıs 2016 WFL Run İzmir’deki yarışa katılan İzmir Ticaret Odası Running Team’in ilk düşünsel tohumları canlanıyor zihnimde.

Toplanma alanındaki stant ziyaretlerinden sonra yürüyerek otele dönecektik. Yolda Ali Osman ve eşi Türkan’a rastladık. Yolda 42k koşan arkadaşlarımız vardı. Onlara tezahürat yaptık, moral ve motivasyon için.

Madalyam ve ben
Öğle yemeğinden sonra, herkes eşyalarını topladı. Saat 17.00’ye doğru otobüslere bindik. Uzun saatler boyunca koşucu arkadaşlarımızın; koşmanın dışında türkü, şarkı ve fıkra pek çok alanda müthiş yeteneklerinin olduğuna şahit oldum.

Kendi kendime, “iyi ki gelmişsin ve bu yarışa katılmışsın Birol” dedim.

Sonra düşündüm.

Bu kadar yol geliyoruz, masraf yapıyoruz, hepsi topu topu 1 saat koşmak için. 42k koşanlar birkaç saat koşuyor ama onların da durumu aynı. Katılanların %90’ı da ödül filan almayacak, bizi buraya çeken ve bu kadar zahmete değen şey neydi?
Ege Maraton Ailemiz
Hemen aklıma Ender’in anlattığı bir anekdot geldi. Şivesinden Doğu kökenli olduğu anlaşılan ve orta yaşın biraz üzerinde koşucu bir arkadaşımıza “Para yok, pul yok. Ödül yok. Niye koşuyorsun?” diye soruyorlar.

O da “Oy, gurban. Koşu bittikten sonra yaşadığımız o tatlı yorgunluk ve mutluluk var ya, işte biz o endorfinin gurbanıyız!” diyor.

Zihnimi kemiren sorunun yanıtı tam da buydu. Biz koşucuların büyük çoğunluğu, belki de hepsi endorfin kurbanı!

2017 yılındaki Runatolia’ya bugün itibariyle 256 gün kaldı.

Yarış 5 Mart 2017 saat 09.00’da Antalya’da koşulacak.

Siz de endorfin kurbanı olmak isterseniz, şimdiden kayıt yaptırabilirsiniz. Allah’tan bir engel çıkmazsa, ben orda olacağım. Siz de gelirseniz, belki de birlikte koşarız.


13 Temmuz 2016 Çarşamba

Hırkalı-Çataloluk Köy Yollarında Koşu, İzlenimler ve Canlanan Anılar...

Gecenin karanlığı son demlerini yaşarken, Asi Tepe’nin üstü kızarıyor ve her geçen dakika ortalık daha da aydınlanıyor.

Sanki Temmuz değil de, Mart ayındayız. Yataktan doğrulup yere bastığımda, laminantın soğukluğunu ayaklarımda hissediyorum. 


Sabah erkenden zeytin tarlalarına bakmaya gidecek ve  bir aydır Ramazan nedeniyle askıya aldığım koşuya yeniden başlayacaktım.

Saate bakıyorum: 06.15. Sabah mahmurluğunu atmak için önce elimi yüzümü yıkıyor, sonra eşofman, tişört, şapka, çorap ve ayakkabı ne varsa bir çırpıda üstüme geçiriyor ve kendimi bahçeye atıyorum.

Koca harman meydanından Kuzey Mahalle’ye doğru yürürken, bir taraftan Garmin 735 saatimi koşu için ayarlamaya çalışıyor,  diğer taraftan kahvehane önünde rüzgarla dalgalanan Türk Bayrağının hışırtısını duyuyorum.


Köyde yollar kilit parke taşlarla döşenmiş döşenmesine de, yolun bazı bölümlerindeki çukurlar kapatılmadan döşeme yapıldığı için çukurları  tüm kıvrımlarıyla hissedebiliyorum.

Köy içindeki Cami ve Çeşme’yi geçtim, ta Veli Aga’nın evinin önüne kadar bir iki horoz sesi dışında ne bir ses ne bir insana rastlıyorum.

Veli Aga’nın evinin önünde, oğlu Mehmet kapıdan gözlerini ovuştura ovuştura çıkıyor, selamlaşıyoruz. Sonra Veli Aga’nın eşi Ayşe abla sundurmadan sesleniyor:

- Biroool. Hoş geldin. Nereye böyle?

-Hoş bulduk. Zeytinlere bakmaya gidiyorum.

-İyi iyi. Ana babana da bir dua edersin.

-Tabii. Ayşe abla. İnşallah. Görüşürüz.

Bu arada, Çinko ile Veli Aga’nın evinin arasında, traktör ile patoz (=harman dövme makinesi) dan gelen Şaban Dayı’nın Süleyman ile karşılaşıyoruz.

Traktörden el sallayarak selam veriyor, ben de alıyorum. Ben tam kenara çekilirken, traktörün direksiyonunu biraz fazla kırmasıyla, arkadaki patozun yolun aşağısındaki Veli Aga’nın evin duvarına çarpması bir oluyor.  Duvardan 4-5 tane büyük taş düşüyor.

Patoz ileri de gitse, geri de gitse duvar yıkılacak. Süleyman abi, ileri gitmeyi seçiyor ve bir o kadar daha taş yuvarlanıyor duvardan aşağı.

Eskiden olsa, kıyamet kopardı ama olağanüstü bir şey olmadı diye geçiriyorum içimden.

Tüm bunlar yaşanırken, ben de biçare olan biteni seyrediyorum ama yapılacak bir şey yok. Yola devam ederken, bu mahalledeki eski evimiz canlanıyor gözümdeYıllar öncesine gidiyorum. 1999 yılında yıkılıncaya kadar, bu olayın olduğu yerden 200-250 metre ileride bizim de içi ahşap, duvarları taşla örülü, 3 oda ve bir çardaktan oluşan bir evimiz vardı.

Karşı komşumuz Tavukçu’nun Nasuh’un eviydi. 1980’li yıllarda annesi Emine ebe namazında, niyazında 70’ini çoktan devirmiş bir nineydi.  Karşıdan görenler, onun sürekli rükuda olduğunu sanırdı. Nasuh dayı’nın evinde oturur, elinde değneği ile gezer, boş durmaz ve mutlaka uğraşacak bir şeyler bulurdu. 

Şerifoğulları’nın Bekir’in evi (bizim ev) ile Tavukçu’nun Nasuh’un evi arasındaki yol traktör şoförlerinin kabusuydu. Nitekim, ömrünün traktör üstünde geçirmiş şoförlerin bile bu yolda mutlaka bir duvar yıkmışlığı vardı.

Emine ebe bir elinde değneği, bir elinde kazık süpürge ile yoldaki çer çöpü ve küçük taşları kendi evlerinden tarafa süpürürdü. Böylece, o tarafta yol daha yüksek olacağı için yoldan geçen traktörlerin kasalarının havalesi yada patoz bizim evin bombeli duvarına çarpacaktı. 

Bazen tam isabet bizim evin duvarı çöker, bazen de yere eğilmeye hazır bir insan silüeti gibi duran Nasuh dayının evinin köşesine çarpardı. 

Duvar yıkıldığında bazen traktör sahibi duvarı yaptırır, bazen de yıkılırken "Tamam, bakarız" der uğramazdı. Duvarı yıkılan ev sahipleri traktör şoförüne, traktör şoförleri de doğru düzgün duvar yaptırmayan ev sahiplerine saydırırdı. 

Aslında her iki taraf da haklıydı ama niye yolu ve duvarları düzeltip zemine düzgün bir beton atmazlardı hala anlamış değilim. Belki de bu biraz gürültülü, hatim indirmeli ama farklı bir anlaşma şekliydi. 

Bir an sonra şimdiki zamana dönüyor ve cevizli harmanda olduğumu fark ediyorum. Artık koşma zamanı. Altı buçuk dakikada bir kilometre alacak bir hızla (pace) köy mezarlığına kadar koştum. Mezarlıktan geçerken bir Fatiha okudum, anne babam ve ahirete göçmüş tüm ceddimiz için. 


Koşmaya devam... Alo muğarı (=çeşme) ndan sonra zeytin tarlasına ulaştım. Saati durdurdum. Zeytin ağaçlarını gezmeye başladım. Verim geçen yıldan da kötü. Ama burada bir sorumlu varsa o da yeterince ilgilenmediğimiz için bizdik.

Çift sürüldü, budama yapıldı, çapa işleri yapıldı ve soğuklardan korusun diye göktaşı atıldı. Ama gübre ve çiçek tutundurma için gerekli ilaçlama yapılmadı. Sonuç ortada. Abim daha özenli davrandığı için onun zeytinlerinin durumu daha iyi. Al yazmalım filminde, Türkan Şoray ne diyordu? Sevgi demek, emek demekti. Yeterince emek yoksa, gerçek tokat gibi çarpıyordu yüzümüze. 

Sonra saatin start tuşuna bastım ve yokuş yukarı koşmaya başladım. Bir aylık aranın verdiği hamlığı hissettim. Nabız 160'a dayandı. Biraz yavaşladım ama hafif tempo koşmaya devam. Mezarlıktan Pirenliğe doğru iniş aşağı koşuyordum bu kez. Hız arttı ama iniş aşağı inerken kaslarımı hep fren yapmak için kullandım. Bir süre daha koştuktan sonra face'de 5-6 dakika canlı yayını açtım.  O saate ayakta olan tek ben değilmişim.

Eminem muğarını geçtim koşar adım. Yol yeterince bozuk. Şimdi ultra trail koşanların çektiği çileyi az da olsa yaşıyordum. Tabii bunda antremansızlığın da hatırı sayılır bir etkisi vardı. Ak muğarı ve Çavullara dönüş kavşağını geçtim ve Firdevs muğarını hedef alıp yokuş yukarı koşmaya başladım. Pamuk'un dam (=Üzeri toprak kaplı ev) ının önünde tütün yaprağı toplayanlar vardı. 

Aslında seslenmek istedim "kolay gelsin" diye. Ama  o enerjiyi kendimde bulamadım. Firdevs muğarı tarafındaki zeytin de, daha sonra Karacakarpuz mevkiindeki zeytinlerde de durum aynıydı. Aklıma servisteki kızlarımızın düğün paraları geldi. Bu zeytin paralarını beklerlerse, epey zamanları var diye düşündüm. :)


Çataloluk köyü girişi trafik levhasının önüne kadar koştum. Orman İşletme Binası'nın önünde Nurullah Yaşar ile karşılaştım. Beni görür görmez gülmeye başladı ve:

-Birol hocam. Face'de seyrettim. Koşmaktan geliyorsun galiba.
-Evet. Biraz zeytinlere baktım. Biraz da sabah sporu, koştum.
-Zeytinler nasıl?
-Pek iyi sayılmaz. Sen n'apıyorsun?
-Hocam, mesai başladı. Biz de Orman'a hareket edeceğiz.
-Hayırlı işler..
-Köyde görüşürüz.
-Görüşürüz.

Bu kısa sohbetten sonra ben ayrılıyorum. Birkaç dakikalık yürüyüşten sonra Kayınvalidemin evine varıyorum. Kapıyı açıyor ve içeri giriyorum. Akşamki gürültü ve tantanadan eser yok. Her oda kayınvalidemin torunlarıyla dolu. İkisi benimkiler. Kayınvalidem ve büyük anneanne de bir odada. Ben kapıyı açınça kayınvalidem uyanıyor.


-Anne, dün tamir edilecek priz var diyordun. Kontrol kalemi var mı?
-Dışarıda pencerenin önünde oğlum. Ordan al.
-Tamam anne. Ben halleder giderim.
-Sağol oğlum.

Yoldan yana bakan Oda'da televizyonun bağlı olduğu priz ve ona bağlı elektrik kablosu çıkmış. Tornavida ile elektriği kontrol ettikten sonra sigortayı kapattım. Birkaç dakika içinde elektrik prizini eskisinden de sağlam şekilde yerine monte ettim. Kapıyı çektim ve çıktım evden.

Köy içinde seri adımlarla yürüdüm ama koşmadım. Saat 08.00'e geliyordu. Dükkan ve kahve kapalıydı. Kahvehanenin önünden geçtim. Yönüm Hırkalı'ya doğru ilerledim. Köy çıkışındaki trafoların yanına ulaştığımda yeniden koşmaya başladım. Arka fonda çam ağaçlarının ince yapraklarının rüzgarda çıkardığı ıslık, böcek ve kuş seslerinin oluşturduğu bir seremoni eşliğinde koşuyordum. Kadalı muğarına varmadan düzlükte, koyun otlatan bir kadın gördüm uzaktan. Duruşundan sanki tanıdık birisi. Yaklaşınca Ramazan dayımın kızı Hatice abla olduğunu anladım.

Ben daha ne yapıyorsun abla demeye kalmadan o, bir yandan elini uzatıyor öpmem için, bir yandan da;

-Gülüm, ne oldu? Kötü bir şey mi var? Niye koşturuyorsun böyle?
-Yok. Hatice abla. Sabah sporu. Biraz koşayım dedim.
-Allah canını almasın senin. Ne koşturuyon. Güzel güzel yürüsen ya...
-Her zaman yürüyorum abla. Biraz koşayım dedim.
-Eee. Madem öyle koş o zaman. Zehra'ya, çocuklara selam söyle.
-Aleykümselam. Sen de...

Haklıymışım. Burada durup dururken koşmak pek hayra alamet değil. Hele Hırkalı ve Çataloluk köylerinin içinde  koşsam, kim bilir kaç kez, "Ne oluyor? Niye koşuyorsun?" sorusuyla muhatap olacaktım. İzmir ve diğer şehirlerde cadde, sokak ve parklarda koşunca insanlar genelde biraz gülümsüyor, belki de içinden benim de biraz hareket etmem lazım diye düşünüyor. Ama köyde zorunlu olarak köylülerin büyük çoğunluğu tarla işleri, hayvancılık vs.  daha fazla hareket ettiğinden burada yaşayan insanlar için durduk yere koşmak pek anlamlı gelmiyor.

Kadalı muğarını geçtikten sonra, Hırkalı Köyü levhasını gördüm.  Yolun sağında ve solunda, erik, elma ve kayısı ağaçları içtimaa çekilmiş askerler gibi yanyana dizilmişlerdi.  Yaklaşıp birkaç kare fotoğrafını çekiyorum. 

Tam Kara Ali'nin Hüseyin abinin evinin önünden geçerken, Hüseyin abi, eşi ve birkaç kişinin geniş ve mavi tırabzanlı  beton çardakta kahvaltı yaptıklarını görüyorum. Onlar da beni fark ediyor ve Hüseyin abi;

-Birol, gel kahvaltı yapalım.
-Abi, evde kahvaltı için bekliyorlar, gideyim ben. İnşallah daha sonra.
-N'olcak be. Bir çayımızı içmeden mi gitcen? Bir şey olmaz, beklesin evdekiler.
-Peki bir çayınızı içeyim o zaman..
-He şöyle. Çık yukarı..

Beton çardağa çıktım, uzattıkları sünger şilteye oturdum. Sofrada Hüseyin abi, bacanağı ile ailece kahvaltı yapıyordu. Hüseyin abi, hangi güzergahtan geldiğimi, kendisinin av merakı olduğunu, koşmadığını ancak av peşinden giderken iyi spor yaptığından dem vuruyordu. Bacanağı ile de orada tanıştırdı beni. Bacanak, Gaziantepli'ymiş ve bayram için oradan araba ile geze geze gelmiş Hırkalı'ya, geze geze de gidecekmiş.



Hüseyin abi, Antalya'ya domates işinde çalışmak için gittiğini, köy koşullarına göre iyi para kazandığını ve burada dursa o kadar para kazanamayacağından bahsediyor. Bu arada; Hüseyin abinin eşi, güzel bir çay, birisinde kayısı, diğerinde böğürtlen iki kase meyve getiriyor. Sohbet rahmetli babamla olan dostluklarından, evinin dibinde yetiştirdiği kayısılara kadar derinleşiyor. Şöyle devam ediyor:

-Yol kenarındaki meyveler yoldan geçenlerin hakkıdır. Bundan sonra, kim ne yerse ve ardından dua ederse benim kârım bu.


Hüseyin abinin bu tavrı rahmetli babamı hatırlattı bana. O da bostan tarlasından karpuz ve kavunları küfelere doldurur, tarladan eve gelinceye kadar yarıya yakınını yolda eşe dosta dağıtırdı. Hiç unutamadığım şeyse; babamın mezarlıktan geçerken sevdiği arkadaşları ve akrabalarının mezarına karşılık gelen duvarın üstüne karpuz yada kavun bırakmasıydı. En sevdiği Nokrallı dayının mezarına torpil geçer,  ömrünün sonuna kadar bırakmadığı birinci sigarasından bırakırdı.



Koşu Güzergahı
Arkadan tütün toplamaktan yada tarlada çalışmaktan gelen köylüler de, kendi ihtiyacı kadar bu bostanları alır, afiyetle yer ve bunları bırakanlar için hayır dua ederlerdi.

Hüseyin abi ve bacanağı ile  yarım saate yaklaşan bir sohbetten sonra müsaade istedim ve yeniden düştüm yola. Köy içinde olduğum için koşmadım ama seri adımlarla Vela'nın, Muhtar Garip'in evinin önünden geçtim ve en son Koca Harman'a geldim.

Nihayet koşu için hedeflediğim güzergahı tamamlamış ve görevini yapmış muzaffer bir komutan edasıyla minik ama o kadar da sevimli olan evimize ulaşmıştım. İçimden o kadar da zor değilmiş, yarın yine koşayım diyordum. 


Ama ertesi gün olduğunda, bacaklarım tutulmuş, ayaklarım iyice ağrımaya başlamıştı. O gün koşmaktan vazgeçtim. Ama biraz daha güç toplayıp yine devam edecektim. Çünkü,  ben bu ağrıları daha önce de yaşamış ve baş etmiştim.  Ne kadar çok antreman, o kadar az ağrı sızı!



5 Temmuz 2016 Salı

Hırkalı Köyü'nde Kahvehane Kültürü, Göç ve Kitap...

Hatırlayabildiğim kadarıyla 1980'li yılların ilk yarısında Hırkalı Köyü'nde iki tane kahvehane, 3 tane bakkal dükkanı  vardı.

Bunlar, kuzey mahalle leblebbaşında Mümin'in kahvesi, güney mahallede ise Pamuk Veli'sinin kahvesiydi. Bakkal olarak da, bakkal Hüseyin, Hacıahmet ile kahvehaneci Mümin'in birer dükkanı vardı.

Benim Hırkalı'da ilkokulu bitirip, Çataloluk'ta Ortaokula başladığım 1980'lerin ortalarında köyün nüfusu  600'ü aşmıştı. Köy genç ve çocuklarla dolup taşıyor, kahvehanelerde oturacak yer bulunmuyordu. Biz çocuklar için fırsatını bulup içeri girmek ve orada bir oralet eşliğinde Hikmet Şimşek yönetimindeki pazar konserinden sonra Kara Şimşek seyretmek çok büyük bir lükstü.

Hırkalı Köyü 750 metrelik bir rakıma ve genellikle kıraç topraklara sahip Manisa'nın Demirci ilçesine bağlı  tam bir Anadolu köyü. 1980'li yıllarda köylünün geçimi büyük ölçüde, tütün yetiştiriciliği ve hayvancılığa dayanıyordu. Meyve ve diğer bitkisel ürünler ya ikinci plandaydı, yada ticari olarak çok fazla bir değer ifade etmiyordu.

Köyün ilkokulu cıvıl cıvıl çocuk sesleriyle yankılanır, köy meydanı nitelğindeki Koca Harman ile Kuzey Mahalle çıkışındaki Cevizli Harman  çocukların çelik çomak, muşu, futbol ve yakar top oyunlarına sahne olurdu. 23 Nisan'da köylüler çocuklarını görmek için okulun bahçesindeki çam ağaçlarının diplerinde toplanırlar ve büyük bir gururla çocuklarının gösterilerini izlerlerdi. Ebeveynlerini gören çocuklar daha da aşka gelir, alabildiğine gür bir sesle şiirlerini okurlar, alkışlar eşliğinde yoğurt yeme, yumurta taşıma ve çuval yarışı yapar, Nasreddin Hoca, Keloğlan gibi tiplemelerle mini tiyatro gösterisi icra ederlerdi. O döneme ait unutamadığım bir anım var. İlkokul birinci sınıfta boyum küçük olduğu için Necdet Hocam beni  okul merdiveninin yanındaki korkuluk duvarının üstüne çıkarmış ve tamamı bir kıtadan oluşan şiirimi okutturmuştu. Şiir hala hatrımda:

Ben bir küçük askerim,
Vatanımı beklerim,
Eğer düşman gelirse,
Kafasını ezerim.

O günden bugüne yıllar çok çabuk geçti. O zamanki çocukluk arkadaşlarım, İstanbul, İzmir, Manisa ve Ankara'ya kimi okudu gitti, kimisi liseden sonra kestirmeden hayata atıldı. Gençler iş ve aş umuduyla her biri başka şehirlere göç etti, evlendi ve çoluk çocuğa karıştılar.

Hacı Ahmet'in, Bakkal Hüseyin'in ve Mümin'in dükkanları, Mümin'in ve Pamuk Velisi'nin kahvehaneleri ardısıra kapandı. Kimisi müşteri azlığından, kimisinin de sahibi vefat ettiği ve bu işi sürdürecek birilerinin olmayışından kapanmak durumunda kaldı.


Hırkalı Köyü Kahvehanesi-Koca Harman
Köyde insanlar genelde ya kahvehanede yada camide biraraya geliyor. Cami çıkışlarında kısa süreli hal hatır sormalar, kahvehanelerde ise maçlar, seçimler, tütün paralarının ne zaman verileceği, tüccarın koyuna ve keçiye ne kadar fiyat biçtiği ve tabii ki köyde ve yakın civarda olup bitenler harman edilip savuruluyor. Kısaca köylerde kadınların kendi içlerinde kurduğu ağın dışında, erkeklerin anadolu ajansı burada yayın yapıyor.

Aradan geçen 30 yılda Köyde çok şey değişti. Tütün yetiştiriciliğine önce kota geldi, şimdi yok denecek kadar azaldı. Nüfus 600'lerden 300'lere kadar düştü. Kuzey mahallenin cevizli harman tarafında onlarca ev virane haline geldi. Güney mahallede de durum pek farklı değil. Köyde yeni evler, köy meydanının üst tarafında kalan Yeni Mahalle'ye doğru yapılmaya başlandı.

Köylünün başlıca gelir kaynağı tütünün yerini zeytincilik aldı. Sadece köyde yaşayanlar değil, büyük kentlere göç eden köylüler de atalarından kalan tarlalara zeytin ektiler. Geçmişe göre asıl değişim, köyde kalanların ekseriyetini olyuşturan köylülerin bağkurdan emekli olması veya yaşlılık aylığı alması. Gençler azaldı, çocuklar azaldı. Yaşlılar da maaşa bağlanınca eskisi kadar çalışmaya da ihtiyaçları kalmadı.

Kahvehane'de Bir Akşamüstü....
Köyün muhtarı Garip'e soruyorum:

-Köyde çocuk nüfusu nasıl ?
-Buradaki ilkokul 5-6 sene önce kapandı. Şu anda taşımalı eğitim ile 28 çocuk Çataloluk'a gidiyor. Ama 5-10 sene sonra ne kadar kalır bilmiyorum.

Köy meydanındaki kahvehanede muhtar, köyün imamı ve birkaç arkadaş ile birlikte oturuyoruz.


Muhtar, köye yapılan aşevinden ve burada Ramazan ayında 20 günü iftar verildiğinden bahsediyor. Kapanan ilkokul binasının nasıl değerlendirilebileceğini, köye Hırkalı dışında yaşayan köylülerimizin maddi katkıkarıyla diktiğimiz Türk bayrağından ve örnek köy kapsamında köy yollarına döşenen taşlardan konuşuyoruz. Muhtar, köye verilen  bu hizmetlerde, Manisa ve Demirci Belediyeleri ile Kaymakamlığın ve İl Özel İdare'nin verdiği desteği belirtmeden geçmiyor.

Muhtar'a;

-Bu kahvehane ne zaman yapıldı?
-10 sene kadar oldu ama tam hatırlamıyorum.
-Girişe bir tarih yazdırsan iyi olurdu Garip ağbi

diye takılıyorum Muhtar'a.

Beraber bayram için boyası ve düzenlemeleri yapılan Kahvehanenin içini geziyoruz. Gözüme bir kitaplık ilişti, doğrusu çok sevindim. Demek burda kitap okunuyor diye düşündüm. Ama kitaplığın içinde; onlarca cilt Ana Britanica ile yine farklı isimlerde birkaç çeşit ansiklopedi var.

-Artık ansiklopedileri kimse okumuyor, gerçekten okunabilecek kitaplar konsa daha iyi olmaz mı? diye soruyorum.

Muhtar da,

-Olur tabii. Ama ben bunları bulabildim diyor.

Ben de,

-Bulursak koyar mıyız kitaplığa dedim?

Muhtar,

-Tabii. Niye olmasın?

dedi.

Kapanan kahvehanelerden sonra köy meydanında, hem muhtarlık, henüz tam olarak işlevini yerine getiremese de kitap okuma salonu olarak çok iyi olmuş Köy Kahvehanesi.

Bakkal ihtiyacı dışarıdan gelen seyyar bakkallardan, Çataloluk'tan ve Demirci'den karşılanıyor. Kurulan aşevi, hem köyde yapılan düğün yemeklerine, ölenlerin ardından hayır yemeklerine ve Ramazan'da iftar yemeklerine ev sahipliği yapıyor.

Kahvehaneler, köyde sözlü tarihin ve kültürün yaşatıldığı, dışarıdan gelen misafirlerinin ilk ağırlandığı, çay ve kahve ikramının yapıldığı mekanlar. Siyasetçiler için de bulunmaz bir imkan, onlarca insana aynı anda görüşlerini açıklayabilecekleri bir yer.

Sigara yasaklanalı kahvehaneler de dumansız ve adeta daha yaşanabilir yerler haline geldi. Köy kahvehanesine, bayram ve düğünlerin kalabalık zamanlarını  saymazsak, normal zamanda 20-30 kişi geliyormuş.

Köye dışarıya göç edenlerden dönüş olur mu? Emekli olunca belki ama yine de zor.

Benim gibi ata toprağından kopamayanlar ve anılarını tazelemek isteyenler ömrü yettiğince ziyaret edecektir. Ama bizim çocuklar ve onların çocukları gelirler ve büyük büyük dedelerinin topraklarına sahip çıkarlar mı? Doğrusu bilmiyorum.

Ama köy kahvesindeki ansiklopedilerin kaldırılıp yerine gerçekten okunabilecek, ortaokul, lise seviyesinde ve genel kültürle ilgili roman, hikaye ve kitapların konması şart.

Başlangıç için 150 kitap yeter. Ben köyden İzmir'e dönünce kendi kitaplarımı gözden geçirmeye başlayacağım. Sizin de bu türden kitaplarınız varsa, katkıda bulunmak ister misiniz?