Translate

29 Mart 2017 Çarşamba

38. Vodafone İstanbul Maratonu: Gerçekler ve Hayaller

Takvim 5 Kasım 2016 Cumartesi gününü gösteriyor.


Bizim apartmanda kaloriferler yanmaya başlayalı henüz haftasını doldurmadı. Ama, kış "ben geldim, haberiniz ola" dercesine öbek öbek bulutlarıyla İzmir'in üstünde gövde gösterisi yapıyor.

İnciraltı Kent Ormanı'nda bir hafta sonra yapılacak 38. İstanbul Maratonu 15K yarışının son antremanını yapıyorum.

Antremana Ender, Ali Osman ve Veli abi ile beraber gittik. Bir süre sonra Ersin ve Ömür de yürüyüşe geldi.

 İki yıllık koşu tecrübem bana birşey öğretmişti. Yarıştan önceki hafta yaptığım antremanda hangi skoru elde edersem, olağanüstü birşey olmadığı sürece, yarışın resmi sonucu antremandaki süre +-%5 oluyordu.
Birlikte koşuya gelmiştik ama herkesin antremandan beklediği farklıydı. 5K, 8K ve 15K gibi.

Ben bu tecrübemi test etmek için 15K için yola çıktım, neredeyse yarış temposuyla sonlarda biraz zorlansam da amacıma ulaştım. 15K antremanı bittiğinde saat süreyi 1 saat 24 dk 36 sn olarak
gösteriyordu.

Zordu ama Wings for Life'daki yarış süresine göre bu 6 dk'lık iyileşme demekti. Bu da yorgunluğumu almaya yetti.

Peki bizim senaryo İstanbul'da da tekerrür edecek miydi? Bunu bir hafta sonra ancak test edebilecektim.

Pazar günü Ege Maraton Spor Kulübümüzün Kültürpark'ta aile fotoğrafı çekim günüydü. Mehmet'imi de yüzme kursuna götüreceğim için erkenden buluşma noktasındaydık. Yeşillikler içinde, Atamızın önünde tekli, ikili çoklu ve toplu olarak onlarca foroğraf çekildik. Geleceğin triatloncusu Mehmet'im daha şimdiden Ege Maraton ailesinde tanındı ve kulüp fotoğrafçımız oldu. 😀

Sayılı gün çabuk geçti. 12 Kasım sabahı Eşim Zehra (Allah ondan razı olsun) her zaman olduğu gibi beni ve Nuret abiyi Adnan Menderes Hava Limanıı'na tam vaktinde bıraktı. Hava Limanında Ender Sert ve Mehmet Aydıngör ile buluştuk.

 Bekleme salonunda Mehmet, Kenya ve diğer yurtdışı koşu anılarını öyle keyifle anlatıyor, biz de pür dikkat dinliyor, yorumlarda bulunuyorduk. Herşey çok güzeldi. Ta ki "Pegasus İstanbul yolcuları için son çağrıdır" anonsuna kadar. Uçağı kaçırmamak için öyle hızlı koştuk ki, o hız yarışta olsa belki derece bile gelirdi. 🏃

İstanbul'a ayak basar basmaz, metro ile Maraton Fuarı'nın yapıldığı Aslı Çakır Alptekin Spor Salonu'nun yolunu tuttuk, uzak değildi, 3. durakta indik. Ancak, indikten sonra epey bir yürüdük. Herkes koşucu olduğu için kimseden şikayet namına hiçbir hareket yok.

 Fuar girişindeki afişlerden, bu yılki koşunun temasının 15 Temmuz Şehitleri olduğunu anlamıştım.  Allah ülkemize bir daha böyle acılar yaşatmasın.  15 Temmuz'un üzerinden henüz 4 ay bile geçmemişti ve acılar çok tazeydi. Bu duygular içinde, maraton fuarını gezmeye başladık.

İstanbul Maraton Fuarı  yanılmıyorsam Türkiye'de bu alandaki en büyük fuar. Öncelikle, kendi koşu malzemelerimi ve sonra arkadaşlarımın (Hitay Baran, Serhan Köseoğlu, Mustafa Tetik ve Sinem Kurtural ) emanet çantalarını aldım. Garmin, Nike standlarını ve birkaç maraton standını ziyaret ettim. Nike standında koşu için verilen tişörtü isminiz ve seçtiğniz görseller ile özelleştiriyorlardı. Hatta Nike uygulaması olanlara bedava. Ben de tişörtüme ismimi yazdırdım, fena da olmadı. Sonra doğal yaşamı koruma derneğinin standına gittim. Çok sayıda hayvan dostlarımızla fotoğramız oldu. Öğleyin makarna partisinde Arbella' nın iki tabak makarnasını, 2 muz ve su ile karbonhidrat yüklemesini tamamladık.

Yine metro, marmaray derken Sultan Ahmet'deki Yaşmak Otelimize geldik. Dernek Başkanımız Ahmet abi Kulübümüzün tişörtlerinden getirmiş. Bir  tane aldım, çok da güzel yakıştı.

Otelde bu kez Ender ile aynı odayı paylaşacaktık. Biraz dinlendikten sonra Nuret abinin önerisiyle Sultan II. Mahmut'un türbesini ziyarete gittik. Türbenin olduğu alanda pek çok paşanın ve devletin önde gelenlerinin kabirleri vardı. Onlarla birlikte büyük şair ve yazar Ziya Gökalp'in kabri başında
da bir Fatiha okuduk.

Akşam ev yemekleri yapan bir lokantaya gittik. Ertesi gün koşu olduğu için mide için sürpriz olabilecek yemeklerden kaçınmaya çalıştık. Ardından sokak içinde küçük bir cafe'de çay ve kahve.

 Sonra otele geldik. Koşuya teşvik edip İstanbul'a sürüklediğim 4 arkadaş vardı. Hitay Cuma'dan gelmiş, bir arkadaşında kalıyor, maç seyretmek gibi bir hobisi olduğundan bize takılmamıştı. İlk defa bir yarışa katılacaktı ve malzemeler bendeydi. Telefonla görüştük, sabah erkenden bizim otele gelecekti. Serhan ise Cumartesi çalıştığı için gece otobüsle gelecek ve yarışın başlangıç noktası olan 15 Temmuz Şehitler Köprüsü'nün Asya ayağında buluşacaktık. Sinem ise eşi, kızı ve kuzeni Mustafa ile birlikte gelmiş ve bizim otele 100 m mesafedeki Olimpiyat Otel'de kalıyordu. Koşu malzemelerinin olduğu çantayı otellerinin lobisine götürdüm. Tabii, bu onların da ilk yarışı olduğundan çipi vs nasıl kullanacaklarını bilmiyorlardı. Birlikte çipi ve göğüs numaralarını hazırladık. Ben de sanki yıllardır koşuyormuşum gibi koşu öncesinde, esnasında ve sonrasında ne yapmaları gerektiğine dair taktikler veriyordum. Koşu da böyle askerlik gibi üç gün önce gelen bot bağlamasını öğretiyor. :))

 Erkenden yattık ve erkenden kalktık. 10-15 dk geçmemişti ki, Hitay aradı. Maraton nedeniyle pek çok güzergahın kapalı olduğunu, yağmur yağdığını, taksiyle geldiğini ve oteli nasıl bulacağınu soruyordu. Özet bir tarif ve ardından Whatsup ile konum bilgisi gönderdim. 06.30 civarında Hitay da geldi. Ender, Hitay ve Ege Maraton'dan pek çok arkadaşla birlikte kahvaltımızı yaptık. Bizim otelin lobisine Sinem ve Mustafa da geldi. Dışarıda ise yağmur bastırmıştı, ancak yağmur değil, kar da yağsa hepimiz azimliydik, bu kadar yolu boşuna gelmedik, koşacaktık.

Yağmurlukları ve şapkalarınızı giyip Sultan Ahmet'den kalkacak otobüslere doğru yola çıktık. Ali Osman, Ender, Hitay, Sinem ve Mustafa. Son üç arkadaş ilk defa katıldıkları bu yarış  şanslarına yağmurla başlayacaktı. Hiç şikayet etmediler, hatta yağmur eğlence konusu bile oldu. Katılanları gözlemlediğimde 2015 ile 2016 arasında göze çarpan en büyük fark yabancı sporcu katılımının az olmasıydı. Bunda hiç kuşkusuz terör saldırılarının ve 15 Temmuz'un büyük etkisi olmuştu.

Birkaç otobüs sonra sıra bize geldi ve kalabalıkla birlikte otobüsün içinde bulduk kendimizi.

Yarım saat civarında bir yolculuğun ardından, başlangıç buluşma noktasına vardık. Yeni katılan arkadaşlarımız 10k koşacaktı, start noktaları farklıydı ve ayrıldık.  15k koşacak Serhan Köseoğlu ise epey erken gelmiş başlangıç noktasına, üşümüş ve acıkmıştı. Getirdiğim çantadan, muz, çikolata ve küçük birkaç yiyecek birşey yedi ve daha bir canlandı. Çantalarımızı emanet otobüsüne teslim ettik ve Serhan ile ısınma turu yaptık. Bu arada yağmur kesilmiş ve hafiften bir rüzgar başlamıştı. Fotoğraflar, canlı yayın vs derken start atışı yapıldı.

Önümde en az 1000 kişi vardı. Start noktasına kadar hiç acele etmedim. Zira, yarış başlamış olsa da, benim bireysel sürem start noktasını geçince başlayacaktı. Start noktasına gelince koşmaya başladım ama sel gibi insan dolu önüm. Hızlısı, yavaşı, selfi çekenleri hepsi önde. Biraz sinirlerim bozuldu ama takmamaya karar verdim. Ya bir yol bulacaktım, yada bir yol açacaktım!

 Köprünün Avrupa'ya doğru tırmanan kısmında aradığımı gökte ararken yerde buldum. Elindeki balonda 05.00 yazan Nike'ın Pacer'ını gördüm. Bir gün önce fuarda bu pacer'ların ne işe yaradığını öğrenmiştim. Bu kişiler profesyonel koşucu ancak önceden kararlaştırılan sabit hızla koşan ve yarışa tempo katan kişilerdi. 05.00 pacer'ı bir bayan ve iki erkek koşucudan oluşuyordu. Köprüyü geçtikten sonra balon direğe takılıp koptu ve kayboldu. Ama ben tişörtlerinin renginden tanımıştım bir kere. 5-6 km peşlerini bırakmadım. Hatta Yıldız Teknik Üniversitesi kampüsünden Beşiktaş'a doğru inişte 04.32, 04.53 pace'leri gördüm. Sonra baktım ki, benim nabız daha fazla bu tempoyu götürmeyecek takibi bıraktım. Ama epey yol katetmiştim, işe yaradı.

Eminönü köprüsüne kadar 05.30 pace'in altında kalmayı başardım. Son 4-5 km de zaman zaman 05.39'a kadar çıksa da, Finish'i brütte 1 saat 21 dk 42 sn de tamamlamıştım. Bu nette ise 1 saat 20 dk demekti ve neredeyse 05.20'lik bir pace'e karşılık geliyordu. Bu da şu ana kadar olan en iyi tempomdu.

 Bir hafta önce İnciraltı Kent Ormanı'nda yaptığım antremandaki skoru %5 iyileştirmiştim. Senaryonun doğru çalıştığı bir kez daha test edilmiş oldu.

 Finish'te madalyamı ve İstanbul Spor A.Ş'nin Finisher'lara verdiği tişörtü aldım. Emanet otobüsünden sabah bıraktığımız çantaları almaya gittik. Maalesef uluslararası bir organizasyona yakışmayacak bir aksaklıkla karşılaştık. Otobüsteki görevli o kadar süre içinde çantaları göğüs numaralarına göre hazırlayıp her koşucuya teslim etmek yerine, otobüsün dışına çıkarmış ve çantaları yığmıştı. Tam bir kargaşa, neredeyse 30 dk  boyunca çanta aradık. Sonuçta bulduk ama sinirlerimiz altüst oldu. Elbette binlerce insanın katıldığı böyle bir organizasyonu yönetmek kolay değil. Bu durumu organizasyon firmasına da yazdım. Yanıt vermediler ama umarım gelecek yıl dikkate alırlar. Yoksa, güzelim organizasyonun bireysel hatalar yüzünden imajında büyük oyuklar oluşacak.

Uçağımız akşam 22.50 de idi. Epey vakit vardı.  A.Ü Siyasal Bilgilerden sınıf arkadaşım Müzeyyen'i aradım, o da Sefer'i. Buluşma noktamız saat 14.00'da Beşiktaş Deniz Müzesi olacaktı. Ender, maratonu bitiren kulüp arkadaşlarımızı desteklemeye gitti, bense Beşiktaş Deniz müzesine nasıl gideceğimi Google amcadan öğrendim. Maraton devam ettiğinden bütün ana yollar trafiğe kapalıydı. Hatta karşıya Marmaray bile çalışmıyordu. Geriye bana tek bir yol kaldı. Tabanlara kuvvet. Sabah koştuğum yolu bu kez tersinden yürümeye başladım. Koşarken hiç de farketmediğim, Eminönü köprüsünün üstündeki balıkçıları, duvarlara yerleştirilmiş içbükey aynaları, halk koşusu finish stantlarını, Vodafone Arena'yı ve en son da Deniz Müzesi'ni gördüm. Saat 14.00 bile olmadan buluşma noktasına gelmiştim. 18-20 yaşlarında kendilerine hippi görüntüsü vermiş 5-6 genç meydanda akrobatik gösteriler yapıyordu. Kendi sayılarınca etraflarında seyircileri de vardı, ben de izlemeye daldım. Hallerinden yeni öğrendikleri belliydi. Birkaç hareket sonra birisi düşüyor, daha usta olanı nasıl yapacağını tekrar tekrar gösteriyordu.
İnsanlar etrafa piknik yapar gibi yayılmış ama yine de fazla ciddilerdi. Bizim İzmir'de olsa daha fazla gülen, sarılan ve hatta gerekli, gereksiz gülen bi dünya insan olurdu diye düşündüm. Ne de olsa burası payitaht ciddi olmak lazım herhalde deyip ordan meydandaki tekel bayi-cafe karışımı bir mekanda bir süre daha oturdum.

 Sonra telefonum çaldı, arayan Müzeyyen idi. En son 28 Mayıs'ta Ankara'da 94 mezunları buluşmasında görüşmüştük 22 yıl aradan sonra. Hoşbeş faslından sonra çocuklardan, işten ve Sefer'in nerde kaldığından konuştuk. Yarım saat rötarla Sefer de arabasıyla Beşiktaş sokaklarında slalom yaparak bizi bulabildi. Yemek yenebilecek birkaç yere deneme yaptık, ya otopark dolu yada geçişlerde sorun var. İstanbul'un trafiğinden epey bir nasibimizi aldık ve yaklaşık 1,5 saat sonra Sarıyer'deki Emirgan Sütiş'in yakınına bir yere park edebildik arabayı.

Restoran, deniz ve boğaz manzaralı, temiz bir mekan. Koşudan sonra muz, çikolata vs atıştırmıştım. Ama geçen zamanda da oldukça acıkmıştım. Menü geldi, ben köfte ve ayran istedim. Müzeyyen ve Sefer daha hafif bir menü tercih etti. Köftenin herbiri nazar değmesin epey hacimliymiş.  İki saate yakın oturduk. Sınıf arkadaşlarımızın nerelerde olduğundan, sınıf olarak bir daha ve daha geniş katılımlı olarak ne zaman biraraya gelebileceğimizden bahsettik. Whatsup'tan bir foto paylaşınca sınıf arkadaşlarımızın da yorumları peşpeşe gelmeye başlamıştı.


Yürüyüşten, spordan, koşudan ve erken kalkmaktan konuşurken, ben 100 yaşında maraton koşma hedefimden bahsettim. Hindistan'da 100 yaşında bir kişinin 18. maratonunu koştuğunu ve benim de bu hayali gerçekleştirmemem için bir neden olmadığını söyledim.

Sefer bana;
-O zamana kadar yaşayacak mıyız bakalım?
-Ya yaşarsam!
-İnşallah yaparsın...

Müzeyyen de, Sefer de yüzüme birşey demedi ama gözlerinden "kafayı syırmış bizim arkadaş" diye düşündüklerini hissediyordum.

Ama olsun, gerçekleşmese bile hayali yeterdi bana.

Saat 18.00'e geliyordu ve İstanbul'un trafiğine de güven olmazdı. Asya'dan Avrupa yakasına geçip, otelden eşyaları alıp Atatürk Havalimanına gitmem lazımdı.

Kalktık, arabaya kadar sahilden yürüdük. Sefer beni ve Müzeyyen'i Taksim'de bıraktı. Müzeyyen'i eşi alacaktı, bense Füniküler ile Kabataş'a, ordan da metrobüs ile Sultan Ahmet'e gidecektim.  Taksim de vedalaştık. Sefer'in arabasının ışıkları karanlıkta gökte kayan yıldızlar gibi gözden kayboldu, Müzeyyen de eşini bekleyeceği alışveriş merkezine gitti.

Bana Füniküler'e bineceğimi söylediler ama tren mi? Otobüs mü ne olduğunu pek anlamamıştım. Tren istasyonu durağından inince yönlendirmelerden çok çabuk buldum  Füniküler denen aracı. Sanki yerin dibine doğru giden garip ve büyükçe bir asansör! Ne olduğunu anlamadan Kabataş'a vardım. Sonra metrobüs ile Sultan Ahmet'e.  Otelde beklerken Ege Maraton'dan Serkan Lemay ile koşu sporunu derinlemesine tahlil eden bir sohbet gerçekleştirdik. Onun da saati geldi ve ayrıldı.

Yalnız başıma lobide koltukta otururken, geçen yıl yine İstanbul'a geldiğim ve ilk resmi yarışımı (10k) burada koştuğum aklıma geldi.

 Zaman ne de çabuk geçmişti. O günden bugüne pek çok yarışa katılmış, performansım artmış, 6 Eylül'deki İzmir Yarı Maratonu'nu 02.11'de bitirerek yarı maraton fobimi de tarihe gömmüştüm.

38. Vodafone İstanbul Maratonu kendi çalışmam kadar Nike Pacer'larının da lokomotif etkisi sayesinde beklediğimden daha da iyi sonuçlanmıştı.

Ege Maraton'daki arkadaşlarım artık tam maraton koşmam gerektiğini söylüyorlar. Ama ben ona henüz hazır olduğumu düşünmüyorum. Zaten şunun şurasında 100 yaşına 56 yıl kaldı. Eğer Allah izin verir de yaşarsam, maraton hazırlığı için yeterince zaman var gibi görünüyor. Aceleye gerek yok. Sabahları yarım saat koşu yetiyor da, artıyor bile.

Herkesin koşması şart değil, o biraz da sevme, uykudan ve yapabileceğiniz alternatif faaliyetlerden fedakarlık işi. Ancak, Dünya Sağlık Örgütü sağlıklı bir birey olmak için haftada 5 gün en az yarımşar saat yürüyüş öneriyor.

Yaşam kronometresinin nerede duracağını bilmiyoruz, iyi ki de bilmiyoruz. Belki Finish noktasını değiştiremeyiz ama o ana kadar yaşam kalitemizi daha iyi hale getirmek bizim elimizde.


Başka bir yazıda buluşmak üzere, hareketli, sağlıklı ve mutlu kalın. 

15 Mart 2017 Çarşamba

Runatolia 2017 Rüzgar Gibi Geçti...

Çocukluğumdan beri severim Mart aylarını...

Bir taraftan baharın gelişini müjdeler, diğer taraftan da "Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır." sözünü hatırlatır hep bana.

Bir bakıma Mart ayı fırtına ile sakinliğin, soğuk ile sıcağın, kar ile yağmurun, bulutlarla güneşin mücadelesinin adıdır.

Zıtlıkları bünyesinde barındırır, nihayetinde kış inatlaşmayı bırakır ve yerini cıvıl cıvıl kuş seslerine, ağaçların filiz sürmesine bırakır.

Şubat'tan Mart'a kışla baharın mücadelesini farklı veçheleriyle bende kendi içimde yaşadım. Fiziksel olarak olmasa da, zihinsel olarak epey yoruldum.

5 Mart 2017 Runatolia için neredeyse son bir ayda doğru düzgün hiç antreman yapamamıştım. Bir ara hazırlıksız katılmaktansa, Antalya'ya hiç gitmemeyi bile düşündüm.

Ancak, aylar öncesinde Runatolia'ya katılmaları için teşvik ettiğim ve kayıt olmalarına önayak olduğum arkadaşlarım vardı: Hitay Baran, Serhan Köseoğlu, İbrahim Tuşba, Recep Susur, Ömer Gültekin gibi...

Verdiğim bir sözün yerine getirilmesi, Runatolia'ya hazırlıksız katılmaktan çok daha önemli diye düşündüm ve 2 Mart akşamı minik valizimi hazırladım.

3 Mart yani Cuma günü akşamı eşim Zehra saat 22.40 civarında beni Ege Maraton Spor Kulübü'nün buluşma noktası olan Kültürpark Lozan Kapısı'nın karşısına bıraktı.

Kulüp arkadaşlarımın önemli bir kısmı alana gelmişti. Yeni üyelerimiz İbrahim Tuşba ve Recep Susur'la hasbihal ettik. Dernek Başkanımız Ahmet Sırrı Eke, Ender Sert, Hüseyin Polat, Ali Dağ, Bülent Karakaya, Hasan İşbilen, Necip Yavuz, Erkan Öz, Veli Yurdakul, Yusuf Ayanoğlu, Zülfigar Abbas Demir...

Sonra Hitay Baran, ardından da en son  Hande Nilay geldi bisikletiyle.

Saat 23.00'ü ne kadar geçti bilmiyorum, otobüs istikamet Antalya yola çıktı.

Gece saat 02.00'ye kadar Hitay ile epey bir muhabbet ettik, ne kadar çok konuşacak şeyimiz varmış.

S biçiminde otobüs koltuğunda kıvrılmaya çalıştım ve birkaç saat uyumuşum, rüya bile gördüm.

Molada az bir çorba, sonra yola ve uykuya devam. Sabah daha 06.30 civarında Khan Otel'in önündeydik. Ben pek hissetmedim ama ne acelesi vardıysa, şoförümüz basmış gaza. Erkenden geldik.

Valizler lobide, biz sabah kahvaltısını bekledik. Beklerken, Hitay'ı yine kendisi gibi şehir plancısı olan Nur ile tanıştırdım. Kısa süre içinde İzmir Fuar alanı ve Odamızın yeni binasından başlamak üzere şehrin tüm planlamasına el attılar.

Kahvaltı sonrasında koşu malzemelerini almak üzere TerraCity'ye yaya olarak gitmeye karar verdik.

Mesafe 7 km'ye yakındı. 4 Mart'ta Antalya'nın da kurtuluş etkinlikleri varmış. Atlı polisler önde, okçular, öğrenci ve çeşitli folklor ekipleri arkada olmak üzere konvoyu seyrettik.

Yol üstünde Atatürk Müzesi'ni ziyaret ettik. İçeride birkaç görevli vardı ama herhalde kendi başımızın çaresine bakarız diye düşünmüş olacaklar ki, bize rehberlik yapma ihtiyacı duymadılar. :)

Başkumandan ve Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk'ümüzün pek çok fotoğrafı, yemek masası, yatak
odası ve kişisel eşyaları vardı. Benim en çok ilgimi çeken demir, kağıt para  ve pul koleksiyonu oldu.

Eski paraları görünce, tarihte yolculuk yapıyor gibi hissettim.

Bir süre sonra, ekibe iki arkadaş daha dahil oldu. Tanıştık. İsimleri Tolga Tay ve Yücel Arslan.

Yücel, ultra koşulara katılan bir arkadaştı, Tolga ise 10 km yarışına katılacaktı ancak sohbetimizden bir spor geçmişi olduğunu anlamıştım. TerraCity'e varıncaya kadar doğa ve denizin buluşma noktalarında bol bol fotoğraf çektik.

TerraCity'nin girişinde,  başka bir otelde kalan Ender, Ali Osman ve eşi Türkan  ile karşılaştık. Hasret giderdik.

Girişte Adidas, kendine göre yeni bir tanıtım ve reklam yöntemi bulmuş. Koşuya katılacak sporculara katılacak kategorilere (10k, 21k, 42k)  göre kaç km koşacağını tahmin etmelerini istiyorlar. Bu tahmini board'a yazıyorsunuz ve eğer tahmininizdeki gibi koşarsanız size bir Adidas tişört veriyorlarmış.

Ben de yazdım. 2 saat 3 dakika diye, ustam Ali Osman da aynısını yazdı. Tuttursak bile, bitişteki o hengamede bizi nasıl bulacaklar o ayrı bir konu ama eğlenceli bir iş. TerraCity'ye vardığımızda, Hitay ile birlikte kendimizin ve ertesi gün sabah Antalya'ya gelecek olan Serhan Köseoğlu'nun ve  Alihan Ergun'un da koşu çantalarını aldık. 

Hitay, öğleden sonra denize girelim dedi. Ben de, o da mayo almamıştık yanımıza. Diğer arkadaşlardan ayrıldık ve Boyner'den iki mayo aldık. Benim hiç gidesim yoktu, belki ertesi gün lazım olur diye yine de aldım. 

Öğleyin makarna partisi başladı. Bir tabak soğuk, bir tabak sıcak makarna aldım. Bu arada, sosyal medyadan arkadaşım olan Ayşegül Değirmencioğlu Yılmaz ile karşılaştım. Wings for Life'dan, onun okulunda yaptığı ve yapmak istediği çalışmalardan konuştuk. Ayşegül Hanım, sadece koşmuyor, doğrudan amaca hizmet eden projeler ile sporu optimum noktada birleştiriyor.

Arkadaşlar, denize gitmek için acele ediyorlardı. Altı kişi bir taksiye cümbür cemaat doluştuk ve Khan otele doğru yola çıktık. Ancak, Runatolia maratonu yüzünden ana güzergahlar bugünden tutulmuş yada birgün önceden önlem alınıyor. Taksi şoförü biraz trafikten dert yanıyor ama metre metre ilerleyerek nihayet Khan Otele geliyoruz. Odaya girdiğimizde üzerime öyle bir ağırlık çöktü ki Hitay'a;

-Sen arkadaşlarla git. Eğer ben denize gidersem, yarına koşacak enerjim kalmaz.
-Tabii, tabi Birol. Ben sezon açılışını yapayım. Akşam görüşürüz.
-Koşudan sonra, belki yarın birlikte gireriz.

Hitay, arkadaşlarla denize gitti. Bense 2-3 saat deliksiz uyumuşum.

Akşam yemeğinin ardından yine bizim gezgin ekiple Kaleiçi'nde bir restoran-cafe benzeri bir yere gittik. Denizde iyi eğlenmişler, ballandıra ballandıra onu anlattılar. Herkes kendine göre anılarını anlattı, biraz da geyik muhabbeti. Çok geç kalmamamız gerekiyordu, zira ertesi günü koşu vardı.

Dönüşte sabah yemek ve enerji depolamak için muz aradık. Ama her yer kapanmıştı. Bir tekel bayiine uğradık önünde portakal, patates vs. vardı.

-Abi, muz var mı? diye sorduk.
-Tabi, tabi var.

Doğru derin dondurucuya yöneldi ve kapağını açtı.

Hepimiz şaşkın şaşkın birbirimize bakmaya başladık.

Acaba, adamcağız, muzları derin dondurucuda mı tutuyordu?

Muz yerine bir kalıp buz çıkardı. Bizde makaralar boşaldı, herkes kahkahaya boğuldu.

Durumun farkına varan, tekel bayinin sahibi amca da gülmeye başladı.

Otele geldiğimizde, Hitay ile koşucuların geleneksel törenine başladık.

Hem kendimizin hem de emanet koşu çantalarının tişörtlerini ve çiplerini hazırladık, fotoğraflarını çekip facebook'a yükledik. Dışarıdan bakan bir kişi için anlamsız gibi gözükse de,  koşucular için özel bir anlamı var bu merasimin.

Asker koğuşlarını hatırlatırcasına, sabah 06.00'da tam tekmil hepimiz ayaktayız.

Sabah hafif bir kahvaltı, Ege Maraton'dan arkadaşlarla sohbet ve fotolar, yaya bir şekilde koşu toplanma bölgesi olan cam piramide doğru hareket. Yolda takım elbiseli koşuculara rastlıyoruz.

Onlar da hem yarışa gidiyor, hem de mini bir antreman yapıyor. Veli abi, fotoğrafçılıkta tabletini konuşturuyor.

Koşu alanına gelince gece otobüsle gelen Serhan'la buluşuyoruz ve çantasını teslim ediyorum. Koşudan yarım saat önce Alihan geliyor ve ona da emanetini veriyorum. İşin en eğlenceli ve heyecanlı kısmı, son yarım saat. Dakikaları sayıyoruz.

Binlerce insan, o tabanca sesini bekliyor. Beklerken de canlı yayınlar, fotoğraflar, su arayanlar. Yerli ve yabancı bir dünya insan güzel bir amaç için bir araya gelmiş ve hoş bir tablo oluşturmuş.

Start'a birkaç dakika kala koşucular ilerlemeye başladı. Başlangıç atışını duymadım, bir anda Start noktasına gelmişim. Hemen saatin düğmesine bastım ve koşmaya başladım. Çıkışta biraz kalabalık vardı, önümdeki insanları geçinceye kadar epey bir çaba harcadım.


Başlangıçta tempomu orta seviyede tutmaya çalıştım. İlk 5 km'yi ortalama 5.14 tempo ile 26 dk 8 sn'de tamamladım. Güzergahın ilk 5 km'sini geçen yıldan biliyordum ve genelde yumuşak iniş ve çıkışlar vardı. İlk 10 km'de tempoyu 5.30'un üzerine çıkarmamaya odaklanmıştım. Konyaaltı caddesinin sağında, solunda, apartmanların camlarından insanlar koşucuları seyrediyor ve alkış tutuyorlardı.

10. km'yi 52 dk 32 sn'de tamamlamıştım ve bu 05.15'lik bir tempoya karşılık geliyordu ki beklediğimden de iyi bir sonuçtu. Lara caddesinde henüz Mado'ya varmadan 21k dönüşü vardı. Dönüşte tempom biraz düşse bile 21k'yı 2 saatte bitirebileceğime iyice inanmıştım.

Bu kez de 06.00 temponun üzerine çıkmamaya çalıştım. Bu ısrarımı 16. km'ye kadar ancak sürdürebildim, zira gelirken yerçekimi ile mücadelemde yanımda olan inişler, bu kez yokuş olarak karşımda duruyor ve nabzımın yükselmesine neden oluyordu. Dönüşte Ali Osman'ı, Ahmet Başkanımızı, Ali Dağ'ı ve Dilek Kurt'u gördüm.

Son birkaç km'de Serhan Köseoğlu bana yetişti. Bir iki km birlikte koştuk. Onun
performansı daha iyiydi, ilerledi, benim tempo ise 06.00'nın biraz üzerinde gezinmeye başladı. Nihayet son 1 km Falez Otelin arkasındaki parkın içinden geçiyordu. Yol dar ve koşucuların yanyana ilerlemesi oldukça zordu. Parkurun burada bitmesi yeşillik içinde olması açısından güzel, ama dar bir alanda koşuluyor olması da dezavantajdı.

Finish'e ellerim havada girdim, saatim süreyi 1 saat 59 dakika 42 sn olarak gösteriyordu. Bu benim için tarihi bir rekordu, çünkü en son İzmir'de 9 Eylül Yarı Maratonu'nda 02 saat 11 dk da koşmuştum.

Madalyamı aldım ve yiyecek reyonlarının olduğu alana doğru ilerledim. Hitay'ı telefonla aradım ve Cam Piramid'e yakın bir noktada buluştuk. Ardından emanetteki çantaları aldık.

Bizim koşu ekibi çimenlerin üzerinde biraraya geldik, soğuma hareketlerinden sonra hedef Kaleiçi'ndeki plaj olmak üzere yola çıktık. Yolda maraton koşanlara alkış tuttuk, moral olsun diye tezahürat yaptık. Epeyce bir yoldan sonra denize girdik. Su soğuktu, kendimi suya bıraktığımda "cossss" diye bir ses. Bir önceki gün denize giren arkadaşlarımız bile suyun bugün daha soğuk olduğunu söylüyordu. 15-20 dk sonra ben çıktım, bir 10 dk kadar sonra da ekibin tamamı hazırlanıp otelin yolunu tutmuştuk.

Otele geldiğimizde yarı maraton koşan Zeynel Murat Batur'un yarışın son 500 metresinde kalp krizi geçirerek öldüğünü öğrendik. 112 acil servisi müdahale etmiş ancak kurtaramamış. Çok üzüldük. Kendisine Allah'tan rahmet, yakınlarına sabır ve baş sağlığı diliyorum.

Bu olayı duyunca, son 5 km'de yükselen nabzımı ve nasıl tempomu düşürmeye çalıştığımı hatırladım. Kimin nerede ve ne zaman Hakkın rahmetine kavuşacağı belli değil. Ama hangi sporu yaparsak yapalım, mutlaka rutin doktor kontrollerini aksatmamak gerekiyor.

Ege Maraton Spor Kulübü ailesi olarak biz her yıl Eylül ayında toplu olarak detaylı bir check-up'tan geçiyoruz. Sporla uğraşanların mutlaka ve hatta uğraşmayanların bile yılda en az bir kez doktor kontrolünden geçmesi gerekiyor.

Koşuyu ve tüm spor dallarını sağlığımızı korumak ve zinde kalmak için yapmalıyız, yoksa sağlığımızdan ve yaşamımızdan olmak için değil. Bütün bu yaşananlardan ders almamız gerekir diye düşünüyorum. Bol hareketli, barış içinde, sağlıklı, huzurlu, başarılı ve güzel günler diliyorum.