Translate

21 Ekim 2016 Cuma

Fani Dünya İşleri...

Kaç yıl oldu bilmiyorum bu “fani dünya işleri” deyimini kullanmaya başlayalı.

Ne zaman bir arkadaşla karşılaşsam, nasılsın, iyi misin şeklindeki hal hatır sorma faslından sonra sorulan ilk soru, “Ne yapıyorsun? Ne işlerle uğraşıyorsun?” oluyor.

Yıllardır bu soruya “N’aparsın, fani dünya işleri ile uğraşıyorum.” yanıtını veriyorum.

Bu klişe söz o kadar yerleşti ki, sadece ben değil, etrafımdaki arkadaşlara da ne yapıyorsun dediğimde aynı yanıtı alıyorum.

Bugün öğle arasında Süreyya;

-Hep konuşuyoruz. Bu konuyla ilgili neden bir yazı yazmıyorsun?

diye soruyor. Ben de;

-Niye olmasın!

diyorum.

Peki güzel de üç sözcükten oluşan bu yanıt ne anlam ifade ediyor?

1. Fani
2. Dünya
3. İşleri

Türk Dil Kurumu, Arapça’dan dilimize geçmiş olan “fani” sözcüğünü “ölümlü, geçici, kalımsız” olarak tanımlıyor.


Bizler için dünya “hancı”, biz yolcu…

Dün geldik, bugün yaşıyoruz, yarın da gideceğiz.

Yunus diyor ki: “Mal da yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan!”

Elbette, yaşamak, geçimimizi temin etmek ve yaşamdaki ideallerimizi gerçekleştirmek için çalışmak zorundayız…

ANCAK; amaçlar ile araçları karıştırmadan…

Nihai hedef hem fani, hem de ebedi dünyada mutlu olmaksa, bu amaca ulaşmak için yaptıklarımızın araç olduğunu akıldan çıkarmamalıyız.

Eğer araçlar amaç olursa, baş ayağı değil de, ayaklar başı yönlendirmeye kalkarsa vay halimize…

Çalışmalıyız, hem de çok…

AMA hırslarımızın esiri olmadan ve gönül kırmadan…

Yine Yunus’a gidelim. Bakalım ne diyor?

Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi
Elin yüzün yumaz değil

Yaptığınız işlerde, en az “başarınız” kadar, geride hoş bir seda bırakmanız dileğiyle…

Yeni bir yazıda görüşünceye kadar hoşçakalın…




25 Eylül 2016 Pazar

Necdet Öğretmenim...

1980'li yılların tam başında, ilkokul birinci sınıfta tanıştım Necdet Öğretmenimle...

Uzun boylu, siyah saçları, sevecen ve insana güven veren bir ses tonu vardı.

Yer, Manisa Demirci'ye bağlı Hırkalı Köyü ilkokulu...

Rakımı yüksek bir yerleşim yeri. Kışları oldukça sert geçer, kardan ve buzdan yürümek oldukça zorlaşırdı.

Çeşme önü daha bir kaygan olur, düşenlere güler, daha gülmemiz bitmeden biz de düşerdik.

İlkokulun 2 dersliği, bir öğretmen lojmanı ve bir müdür odası vardı.

Bir, iki ve üçüncü sınıflar bir derslikte, dördüncü ve beşinci sınıflar da bir derslikte okuyordu.

Derslik sayımız azdı, ama futbol, güreş, ip atlama, salıngaç, yakar topu ve 23 nisan şenlikleri için çam ağaçlarıyla kaplı yeterince geniş bir okul bahçemiz vardı.

Kış ayları okul bahçesi tamamen karla kaplanır, okulumuzun hademesi Mehmet Ali dayı odunla sobaları yakmaya çalışırken, bizler dışarıda kardan adam yapar, ellerimizi hissetmeyinceye kadar kar topu oynardık.

İlk öğretmenim Necdet Hocam, bizlerle kar topu oynar, kar üzerinde güreş tutardı.

Benim boyum oldukça küçüktü, 20'li yaşlardaki öğretmenimin bacağına yapışıp onu yere yatırmaya çalışırdım. O da herhalde sevindirmek için düşmüş gibi kendini yere atar, ben de yenmişizcesine dakikalarca sevinirdim.

Necdet öğretmenim, maddi durumu yeterli olmayan öğrenciler için kendi cebinden defter alır, çalışmaları için onları yüreklendirir, davranışlarıyla ve yaptıklarıyla öğrencilerin sadece zihninde değil, gönlüne de taht kurardı.

Şimdi düşünüyorum bunu nasıl başarıyordu diye...

O da Demirci'nin Rahmanlar köyündendi. 1980 öncesinde, ülke olarak bir cente muhtaç olduğumuz, Demirel'in "petrol vardı da biz mi içtik?" dediği dönemlerde kim bilir ne zorluklar içinde okumuştu.

Bu yaşadıkları, onu özellikle kendisiyle aynı kaderi paylaşan köy çocuklarıyla daha farklı bir diyalog geliştirmesini ve empati yapmasını sağlamıştı.

Nedeni ne olursa olsun, 36 yıl önce yaptıkları daha dün gibi zihnimde tüm tazeliğini koruyorsa, sadece kalbimize girmemiş, aynı zamanda iyiliği ve kadirşinaslığı gönlümüze kazımış demektir.

Necdet öğretmenimle birlikte ablası Gülşen öğretmen, daha sonra, Musa, Nihat, Muammer ve Nuray öğretmenlerimiz derslerimize girdi. Hepsi bizim vatanımız ve milletimiz için hayırlı ve yararlı bireyler olmamız için çalıştılar.

Hepsine aileleriyle birlikte hayırlı, sağlıklı, huzur dolu ve gönüllerince bir yaşam diliyorum.

Daha sonra, ortaokul, lise, üniversite derken, hayat gailesinden pek görüşemez olduk.

İzmir'de işe başladıktan sonra birkaç kez Necdet Hocamın nerede olduğunu araştırdım. Demirci Halk Eğitim'de çalıştığını söylediler, gittim ama görüşme fırsatımız olmadı.

İki sene kadar önce Salihli'de bir düğünde Gülşen Hocam ile karşılaştım. Ondan Necdet Hocamın telefonunu aldım. Emekli olmuştu ve Salihli'de yaşıyordu.

Telefonda görüştük, sonra face'de bağlantı kurduk. Fırsat bulup ben öğretmenimin ziyaretine gideyim derken, Mehmet'imin sünnet düğünü yaklaştı.

Necdet Hocamı düğünümüze telefonla davet ettim. Annesinin rahatsız olduğunu, durumu iyileşir ve emanet edebileceği birisi olursa mutlaka gelmek istediğini söyledi.

O kadar sevindim ki, dünyalar benim oldu. Aradan çok zaman geçse de, yılların karşılıklı sevgi ve muhabbetimizi eksiltemediğini düşündüm.

Gelse de, gelemese de böyle düşünmesi düğün telaşının tüm yorgunluğunu üzerimden aldı ve yeniden enerjiyle dolup var gücümle çalışmaya başladım.

Düğün günü misafirleri karşılarken, uzun boylu, saçlarına kır düşmüş ve biraz da sesi kısılmış olan öğretmenim eşiyle birlikte karşımdaydı.

Elini öptüm, sarıldık, hasret giderdik. Ailemizin oturduğu ana masaya aldım. Düğünde bana oğlu, Mehmet'e ise torunu gibi davrandı. Oyun oynadı, alkış tuttu. Saçlarına düşen kırların, bir tanesi bile gönlüne düşmemişti.

Necdet Hocam, annesine çok düşkündü. Annesi Fadime teyze, hem hastaydı hem de yaşlanmıştı.

Necdet Hocamın, götürmediği hastane, göstermediği doktor kalmamıştı. Ama gül yüzlü, altın kalpli ve pamuk elli Fadime teyzeyi Allah daha çok seviyordu, mübarek bir günde, Cuma günü yanına aldı.

Her yaşta ölüm, ölen yakınları için erken geliyor.  Ben de rahmetli anne ve babamda aynı duyguları yaşadım. Ama ilahi takdir!  Hepimiz için istisnasız son durak...

Şimdi Necdet öğretmenimin yanında olma ve güç verme zamanı... Merhume Fadime teyze için dua zamanı...Şimdi Demirci'ye gitme zamanı...

Allah kabrini cennet eylesin Fadime teyze. Senin yaptığın iyilikler, geride bıraktığın hayırlı evlatların senin sevap hanene yazılsın. Onların yetiştirdiği nesillerin duaları ruhuna erişsin, Peygamber efendimizin (sav) komşusu olasın.

9 Eylül 2016 Cuma

Dokuz Eylül 4. İzmir Yarı Maratonu: 2016

2015 Eylül ayı koşu serüvenimin miladını oluşturmuştu.

O tarihe kadar hobilerim ağırlıklı olarak bisiklet ve yürüyüştü.

Şu anda ismini hatırlamadığım bir gazetede; yarış tarihinden birkaç gün önce Dokuz Eylül Yarı Maratonu ile ilgili bir haber okumuştum.

İnternette araştırdığımda yarışmanın http://www.dokuzeylulyarimaratonu.com isminde bir Web Sitesi olduğunu öğrendim ve site üzerinden hemen kaydımı yaptırmıştım.

Yarışa katılma kararı aldığımda 21 km koşamayacağımı biliyordum ama sırf o yarış ortamında bulunur, yarısını koşar sonra da İnciraltı’ndan otobüse atlar eve giderim diye düşünmüştüm.

Metro ile  Konak’a geldim.

Konak’ta hızlı adımlarla ilerleyen koşu kıyafetleriyle giden birisini görmüştüm.

Durdurdum ve;

-9 Eylül Maratonu nerede başlıyor biliyor musun?

-Ben de yarışa gidiyorum. Gel beraber gidelim..

Cumhuriyet Meydanı’na doğru yürürken bu kişinin adının Ali Osman olduğunu öğrendim.

Benim yarış numaram bile yoktu, meğer bir gün önce Bornova’da makarna partisinde dağıtılmış.

Yarış Cumhuriyet meydanında start alacaktı.

Neyse Büyükşehir Belediyesi görevlilerinden rica etmiş,  göğüs numarasını almış, ancak koşu tişörtünü alamamıştım.

Yarış 09.00 civarında start almıştı, neredeyse hiç antremansız katıldığım yarışın ilk 10 km’sini çoğunu koşarak zaman zaman da yürüyerek İnciraltı’na vardım.

Tam dönüş noktasında arkama baktığımda daha yüzlerce insan olduğunu görmüş ve buraya kadar geldiğime göre geri de dönebilirim diye düşünmüştüm.

Gel gör ki, iş geldiğim gibi olmadı. Hava iyice ısındı ve sıcaklık neredeyse 35-36 derece civarındaydı.

Koşmak bir tarafa yürürken bile epey zorlanmış, yolda çimenleri sulayan Belediye görevlisinden bizi ıslatmasını bile istemiştik.

Ayaklarıma sanki 10’ar kiloluk kum torbası bağlamış gibi ağır hissediyor, yerden sanki sökerek ayağımı kaldırıyordum.

Yarışı tam 2 saat 47 dakikada tamamlamış, listeye giremesem de madalya, tost, meyve suyu, muz ve çantayı almış ve kendimi çimenlere atmıştım.

Kendi kendime sen kim, 21 km koşmak kim? diye soruyor, bir daha tövbe diyordum.

Bu koşudan sonra, küçük yarışmaları bir tarafa bırakırsak, çoğunlukla hep 10km yarışlarına katıldım. O günden bugüne;

·        15 Kasım 2015 İstanbul Avrasya Maratonu 10k,

·        6 Mart 2016 Antalya Runatolia Maratonu 10k

·        17 Nisan 2016 Global Bodrum Run 10k

·        8 Mayıs 2016 Wings for Life World Run İzmir Ayağı 15k

·        15 Mayıs 2016 19 Mayıs Koşusu 10k

 5 adet resmi yarışa katılmıştım.

Wings for Life World Run İzmir ayağında 15 km’yi 1 saat 30 dakika da koşunca, koşu mesafesini uzatabileceğime dair bir his geldi içime.

Ama yine de emin değildim. 3. İzmir Yarı Maratonu’nun fobisini henüz üzerimden atamamıştım.

Bir ara Ege Maraton’daki Davut Yıldırım abinin ekibiyle birlikte, onlar Mercedes, bense Renault 9 modunda  Kültürpark da 16 km kadar koşabilmiştim.

Antremanlarda Ege Maraton’dan Soli Özel, Ali Osman Şapçı ve Ender Sert arkadaşlarım, yeterli antremanımın olduğunu ve  İzmir Yarı Maratonu’nu koşabileceğimi söylediler.

Gerçi kendim emin olamamakla birlikte, yarıştan yaklaşık bir ay önce 14 Ağustos 2016 tarihinde Fuar’da bir 21k denemesi yapmaya karar verdim.

Tempodan ziyade 21k’yı yürümeden bitirmeyi istiyordum. Pace’in (Pace: Bir km’nin kaç dakikada koşulduğunu gösteren bir koşu terimi)  ortalamasını 06.30 civarında tutmaya çalıştım.

Son 3-4 km’ye kadar planladığım gibi zorlanmadan gitti. Ancak, 17. ve 18. Km’den sonra epey yoruldum. Hızı biraz daha düşürdüm.

Enerjimi sonuna kadar kullanıp 21k’yi 06:37 pace ile 02 saat 20 dakikada bitirebildim.

Bu geçen yıl yürüyerek bitirdiğim İzmir Yarı Maratonu’na göre 27 dakikalık bir iyileşme demekti.

Acaba artık 2016 İzmir Yarı Maratonu’nu koşabilir miydim?

Fuar tartan pistti, yarışılacak alan ise asfalttı. Bu hızımı, daha da düşürecek bir dezavantajdı.

Ama beni asıl endişelendiren sıcaklıktı. Eğer 35 derecenin üzerinde bir sıcaklık olursa, geçen yılki kabusu bir daha yaşamak istemiyordum. Bu yüzden de katılıp katılmamak arasında çok gittim geldim.

Yarıştan önceki hafta, internetten hava durumuna  baktım. Yarış günü havanın 32 derece civarında olacağını söylüyordu.

Ender, yarışmanın geçen yıla göre bir saat öne alındığını ve saat 08.00’de başlayacağını söyledi.

Bu haberi duyunca çok sevindim. Nitekim, bu durumda sabahın erken saatlerinde hava daha da serin olabilirdi.

Bu haber üzerine, internetten girip hemen yarışa kaydımı yaptırdım.


Yarıştan bir gün önce, Fuar’da 8 km kadar bir fartlek (hız oyunu=yavaş-hızlı değişimli koşu) yaptım. Koşu sonunda, yeni spor ayakkabılarıyla  Ömür ve eşi Özlem de yürüyüşe geldiler.

Birlikte 3 km kadar yürüdük ve ardından bir cafe’de birlikte çay içtik.

Cumartesi akşamı; bir gün sonrası için şort, ayakkabı, tişört vs. tüm hazırlıklarımı yaptım. Sabah koşudan önce enerji vermesi için, Adem’in önerisi üzerine pazardan muz aldım.

Akşam erken yatıp, sabah erken kalktım. Sabah hafif bir kahvaltı ve muz takviyesinin ardından, akşamdan hazır olan çantayı alıp, otoparkta arabanın kontağını çevirdim.

Arabada acaba bu yarışta süre hedefi ne olmalı? Diye düşünüyordum.

Kesinlikle 02:20’nin üstüne çıkmamalıydım. Yarış ve grup psikolojisi ile 5 dakika daha süreyi azaltabilir ve 02:15 olabilir diye düşünüyordum.

Arabayı Ticaret Odası’nın önüne park ettim.  Üstümdeki normal tişörtü çıkartıp, Koruncuk Vakfı Ege Maraton’un atlet tipi tişörtünü giydim.

Koşu alanına geldiğimde, Ali Osman’ı aramaya başladım, keza benim göğüs numarasını bir gün önce Bornova’daki Maraton Fuarı’ndan o alacaktı.

Telefon ettim açmadı. Neyse nasıl olsa gelir diye etrafı kolaçan etmeye başladım.

Koşu camiasından tanıdığım pek çok dostumu orada gördüm. Kimisiyle konuştuk, sohbet ettik, kimisiyle selfi fotoğraflar çektik.

Kimler yoktu ki?
Ahmet Sırrı Eke, Ender Sert, Mehmet Aydıngör, İsmail Adıgüzeloğlu, Svetlana Shepelava, Murat Kaya, Hande Nilay, Dilek Kurt, Adem Öztürk, Veli Yurdakul, Davut Yıldırım, Bülent Karakaya, Zülfikar Abbas Demir, Necip Yavuz, Nuret Çalıcı, Serhan Yalçın ve daha pek çok arkadaş…

Nihayet Ali Osman’ı buldum. Göğüs numaramı aldım.

Start zamanına 15-20 dk kalmıştı.

9 Eylül anısına, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, tüm şehitlerimiz ve gazilerimiz için 1 dakikalık saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nı söyledik hep birlikte.

Saatimi hedef olarak mesafe olarak 21k ve zaman hedefi olarak 02 saat 15 dakikayı tanımladım.

Tabancadan gelen “çaaat” sesiyle, profesyonel koşucular önden fırladı.

Start noktasından geçince ben de, grupla birlikte hızlandım.

 İlk kilometreyi 05:32, ikinci kilometreyi 05:43 pace ile tamamladım.

Ancak, kendi kendime bu hız güzel ama bu şekilde, 21k’yı tamamlayamayabilirim diye düşünüp tempoyu biraz düşürdüm.

Ortalama pace’i mümkün olduğunca 05:50 civarında tutmaya çalıştım.

İlk 3-4 km’yi Ender ve Zülfikar ile birlikte koştuk.

Koşarken birkaç selfie bile çektik.

Koşu güzergahı Cumhuriyet Meydanı’nından İnciraltı’na doğru olan Kordon Boyu’nda yolun deniz tarafındaki gidiş yolu araç trafiğine kapatılmıştı.

Bizler koşarken, bazı vatandaşlar alkış yapıyor, yaşlı nineler göz yaşlarını siliyordu.

Yolun sol tarafı çift yön haline getirilmiş, gelip giden araçlar korna basarak kendilerince alkış yapıyordu.

İlk su istasyonunu pas geçtim.  İkincisinden bir su aldım ve birkaç yudumdan sonra fırlattım attım.

İnciraltı girişine geldiğimde, Kenyalı ve Etiyopyalı kardeşlerimiz polis eskortu eşliğinde tam bir deve kuşu adımlarıyla hızla yanımdan roket gibi geçtiler.

O zaman ben daha 8. Km’ye gelmemiştim bile. Muhtemelen onlar 14. veya 15. Km’yi koşuyorlardı.

Levent Marina, Engelliler Parkı, Kent Ormanı derken nihayet dönüş noktasına gelmiş ve 10,5 km’yi tamamlamıştım.

Geçen yılki durumum aklıma geldi birden, kendime;

   -Birol sakın yürüme, yavaş da olsa koşmaya devam! diye komut verdim.

 Hızı 06:10-06:30 civarına düşürdüm.

Hava çok sıcak değildi. Muhtemelen 23-25 derece civarındaydı ve bu açıdan şanslıydım.

Belediye, koşucuların serinlemesi için yola fıskiyeler kurmuştu.

İki tanesinin altından geçtim.

Su istasyonundan aldığım sudan iki yudum aldım, gerisini şapkamın içine doldurup, giydim.

Tam bir serinlik!

Yine son 3 km’ye geldim. Aslında sona doğru biraz hızlanayım diyordum ama olmadı.

Tam tersine 06:40’lara kadar düştü.

Saatim başlangıçta; yarı maratonu 02 saat 05 dakika civarında tamamlayacağımı tahmin ederken, şimdi 02 saat 09 dakika olabileceğini söylüyordu.

Son km’de bir gayret 06:37 olmuştu.













Finish noktasına geldiğimde saat 02 saat 11 dakikayı gösteriyordu.


Bu 02: 15’in altındaydı ve benim için bir rekordu.

Cumhuriyet meydanında yavaş yavaş yürüyerek nabzımı düşürmeye çalıştım, biraz normale dönünce Belediye’nin ikmal aracından içinde tişört, muz, meyvasuyu, tost ve madalyanın olduğu hediye çantayı alıyorum.


Bir süre sonra; Ender ve Ali Osman ile buluştuk. Karşılaştığımız arkadaşlarla bol bol fotoğraf çektirdik.

Wings for Life’ın Türkiye Bayanlar Birincisi Svetlana beni eşi Murat Kaya ile tanıştırdı.

Bir süre sohbet ettik. Ben de genç arkadaşımız Serhan’ı onlarla tanıştırdım.

Sonuç olarak; 2015 yılında 9 Eylül 3. İzmir Yarı Maratonu’nda yaşadığım kabusu ve fobiyi, 2016 yılındaki 4. İzmir Yarı Maratonu’nda 02:11:27’lik bir skorla yendim. Bu tecrübeyle, bir kez daha insanın yeterli hazırlığı ve antremanı varsa yapamayacağı hiçbir işin olmadığını öğrenmiş oldum.

13 Kasım 2016 tarihinde İstanbul’da İstanbul Maratonu var. Allah izin verirse Asya ile Avrupa’yı bağlayan Boğaz köprüsünden koşarak ikinci kez geçeceğim. İstanbul’da 10k, 15k ve 42k’da koşacak tüm arkadaşlara sağlıklı, güzel ve başarılı bir koşu diliyorum. 

19 Ağustos 2016 Cuma

Mehmet'imin Bisikletleri...

Mehmet'ime 2 yaşındayken 3 tekerlekli bir bisiklet almıştım. Altı ayı bulmadan haşin kullanımdan yeterince nasibini almış olacak ki pert oldu.

Bisikletsiz olmazdı tabii. Bu kez iki tekerlekli Bianchi marka bir bisiklet aldım. Yanlarında da dengeyi sağlayacak minik yan tekerleri vardı. Evde oynarken, yan tekerlerden birisi kırılıyor. Mehmet de ikinci yan tekeri kendi söküyor. Evde ileri, geri yaparken iki teker üstünde denge sağlamayı öğreniyordu.

Partaki Yarışcı: Mehmet
3 sene kadar bu bisikleti kullandı. Bu süre zarfında, Bianchi bisiklet ile hem köyde hem de İzmir'de epey antreman yaptı. Zaman geçtikce, büyüdü ve bisiklet de küçük gelmeye başladı. Çankaya'dan Sundu mağazasından tam da içimize sinen Salcano marka 18 vitesli bir dağ bisikleti aldık. Mehmet'im bu bisikleti çok sevdi. İlk vitesli bisikletiydi ve üzerinde kendini kuş gibi hafif hissediyor, bisiklet sanki vücudundan bir parcaymış gibi ona hükmediyordu. 

Mehmet, sadece bisiklet sürmüyor, hem eller serbest hem de kadronun üzerinde tek ayakla akrobasi gösterisi yapıyor. Bütün bunları ben öğretmedim. Bu ustalıkta, yeteneği kadar yaz aylarında anneannesinin yanında kalırken köydeki kankaları ile köy yollarında yaptığı antremanların rolü oldukça büyük olsa gerek. 

Sasalı, Bayındır, Bahçelievler ve Sahil Turlarımızdan...
Ben bisikletle uzun ve sabır isteyen yolları severken, Mehmet'im nispeten daha kısa, hareketli ve eğlenceli turları tercih ediyor. Baba oğul birlikte Sasalı'ya, İnciraltı'na, Konak Sahile ve hatta Bayındır dönüşünde birlikte pedal bastık.

Ama o güzelim bisikletimiz
geçen yıl bir Cumartesi günü depodan başka bir komşunun bisikletiyle beraber çalındı. Epey üzüldük. 

Üzüldük üzülmesine ama umarım hırsız parçalayıp satmamıştır. Eğer ihtiyacı vardı ve kullanıyorsa benden yana hakkım helal olsun. En azından bisiklet bilinci gelişir. Gerçi onunki fazla gelişmiş, ikişer ikişer götürüyor. Ama yapacak birşey yok!

Neredeyse Mehmet'im bir senedir bisikletsizdi. Geçen Cumartesi sabah koşu için Ender'i almaya giderken gördüğüm bisikletli Mehmet'ime artık bir bisiklet almam gerektiğini hatırlattı. 

Koşu dönüşü akşamüstü Mehmet'le arabaya bisiklet taşıma aparatını yükledik ve arabayı Ticaret Odası'nın önüne park ettik. Yürüyerek doğru Çankaya'ya Sundu Bisiklet mağazasına. Mağaza'nın sahibi Hüsnü ile kapıda karşılaştık. 

Mosso 24" ile İlk Pozumuz...
-Ooooo! Birol abi uzun zamandır görüşemiyoruz. Nerelerdesin?
-İyidir Hüsnü. İş güç, mesai dışında da koşuyoruz. Ama bizim delikanlının bisikleti çalındı. Ne önerirsin?
-Abi, Mehmet'in boyuna uygun kadro 24 jant 21 vitesli Mosso dağ bisikleti iyi olur. 
-26" olmaz mı?
-Abi onun için erken, çalınmazsa 24" i 4-5 sene kulllanır :)
-Peki öyle olsun. Güzel görünüyor. Km ölçer, ön ve arka ışık ve zil takalım. Bir de eldiven ve  kask. 
-Beşir, Mehmet'in bisikletini kurun hemen

30-40 dk bisikletin hazırlanmasını bekledik. Bu arada, yarış bisikleti modellerine baktık. Belki duatlon da lazım olur diye. 

Bisiklet hazır olunca, Hüsnü ve elemanlarıyla vedalaştık. Ben yürüyerek, Mehmet bisikletiyle hedef araba olmak üzere yola koyulduk. Mehmet'e yeni bisikletin viteslerinin nasıl çalıştığını tarif ettim. Daha ben sözümü bitirmeden, "Tamam baba, ben hallederim." deyip bisikletle 100 metre kadar açılıyor, sonra dönüp geri geliyordu. Aylardır özlemini çektiği bisikletine kavuşmuştu. Atatürk Caddesine çıkınca, Mehmet yanıma geldi.

-Baba bir de sen denesene..
-Oğlum bu bisiklet küçük bana
-Olsun, yine de sen sür. Ben de yanında koşayım.
-Peki o zaman.

Evlat işte kıramadım. Önce bisikletin sele mandalını gevşetip, kendime göre yeniden ayarladım.

Sele ile gidon arasındaki mesafe yetişkin bir insan için kısaydı ve ara sıra dizim gidona çarpıyordu ama sürmeye engel değildi. 400-500 metre civarında sürdüm. Mehmet arkadan koşuyor ama yetişemiyordu. Sonra bisikleti asli sahibine vermek lazım diye düşünüp, indim ve Mehmet'e;

-Al oğlum sen daha güzel kullanıyorsun. Sana daha çok yakışıyor dedim.

Bisiklete binmesiyle birkaç saniye içinde gözden kaybolması bir oldu. Ticaret Odası'nın önünde bisikleti arabaya yükledik ve taşıma aparatına sıkı sıkıya bağladık.

Yolda gelirken Mehmet İnciraltı'na benimle birlikte bisiklet sürmeye gitmek istediğini söylüyordu. Ama eve gelince, yorulduğunu, Cumartesi değil ve Pazar günü gitmek istediğini söyledi.

...

Kent Ormanı Turumuzdan Kareler
Pazar günü akşamüstü bisikletler yine arabada, İnönü Caddesi üzerinden doğru İnciraltı'na.

İnciraltı Kent Ormanı'nda otoparkında arabayı bıraktık ve ikimiz de bisikletlerle koşu yoluna çıktık.

Mehmet olanca gücüyle pedal basıyor ve yapabileceği en yüksek hızda gitmek istiyordu.

Kent Ormanı benim için oldukça tanıdık bir yerdi. Ama Mehmet epey bir zamandır buralara gelmemişti.

-Baba buralar ne kadar güzelmiş böyle.
-Evet oğlum. Sabah erkenden buraları daha sakin oluyor. Birkaç bisikletli ve koşucular..
-Bir gün sabahtan gelsek olur mu?
-Tabii olur. Hatta ben koşarım. Sen yanımda bisiklet sürersin.
-Olur ama ben seni geçerim o zaman.
-Tabii. Zaten geçmezsen ayıp olur :)

Gerçekten de sabah ile akşamüstü arasında Kent Ormanı'nda dağlar kadar fark var. Sabahları oldukça sakinken, akşam üstü koşu yolunun etrafı mangal yakanlar, top oynayanlar, deniz kenarında masalarda demlenenler, el ele aşıklar, kitap okuyanlar, oltayla balık avlamaya çalışanlar, topu kaçtı diye ağlayan çocuklar, bisiklet sürenler, koşanlar ve daha binbir çeşit insan... Sanki İzmir'de kimse kalmamış da hepsi buraya akın etmiş.

Ben etrafı gözlemlemeye dalmışken, Mehmet akrobatik hünerlerini sergilemeye başladı. Çok az bir kısmını videoya kaydedebildim. Oradan Kent Ormanı'nı dönüp durmak yerine Özdilek'e doğru sürmeye karar verdik.

Barış Manço köprüsüne gelmeden, Mehmet'e vites düşür, yoksa çıkması zor olur dedim. Tamam anlamında başına salladı ama büyük ve küçük vitesi karıştırmış olacak ki, köprüden inerken bisiklet zincir attı. Allah'tan daha önceki uzun yolculuklardan dolayı tamir malzemelerimiz tamdı. Kısa bir operasyonun ardından, zincirini yerine taktık ve yola devam.
Sahilde Balık Ekmek

Balıkçı teknelerinin yanından geçerken, balık ekmek satan bir tekne gördük. Ben  acıkmıştım. Mehmet henüz aç olmadığını ama bir kola içebileceğini söylüyordu. Ancak, benim yarım balık ekmeği görünce fikrini değiştirdi ve ona da bir tane aldık.

Akşam güneş batmış, hava kararmaya başlamıştı. Akşam serinliğinde sahil kenarı iyiden iyiye kalabalıklaşmıştı. Sahilde balık ekmek, çay, çiğdem, kabak çekirdeği ve su satıcıları vardı.  Bu kalabalığın içinde metre metre ilerlerken, aniden bisikletin önüne fırlayan çocuklar, köpekler ve hatta koca koca insanlar...

Bu hengame içinde herkes kendi yolunu buluyor ve bir şekilde ilerliyordu. Ama hiç kimse de halinden şikayetçi görünmüyor. Gülüyorlar, eğleniyorlar ve işte ben İzmir'i bu yüzden çok seviyorum diye düşünüyordum.

Sürüş Güzergahımız
Sahildeki aydınlıktan karanlığa dalınca, tam da lazım olacak yerde benim bisikletin ön farının pili bitti. Mehmet'in bisikletinin farına kaldık. O önden bana rehberlik yaptı, ben de arkadan.

Kent Ormanı'nı koşu yolunda genel olarak bir aydınlatma vardı ama karanlık bölgeler de yok değildi.

Ormanın hışırtısı, ara sıra köpek sesleri ve bisikletin teker sesi...Başka bir ses yok.

Ses çıkaranlar sahil kenarına gitmiş.

Nihayet Kent Ormanı Otoparkı'na vardık. Birkaç dakika içinde bisikletleri arabaya yükledik.

Arabaya binince tatlı bir yorgunluk. Koşuda arkadaşlarla yaşadığımız endorfini, bu kez arslan oğlum Mehmet ile birlikte yaşıyorduk.

Allah ömür verirse, bisiklet gruplarıyla Mehmet'imle uzun bisiklet turlarına da katılmaya hayal ediyoruz. Ama ondan önce, yeterince hazırlık yapmamız gerekiyor. Olur mu? Allah izin verdikten sonra, niye olmasın!

9 Ağustos 2016 Salı

İnciraltı Kent Ormanı Koşusu..

Cuma günü sabah telefonum çaldı. 

Telefonun diğer ucunda Hitay;

- Birol, hafta sonu müsaitim, uzun zamandır yapamadığımız şu koşuyu artık yapabiliriz. Programın nasıl?
-Uygun. Yarın sabah 06.30'da İnciraltı Kent Ormanı'nda olabilir misin?
-Tabii ki. 
-Tamam o zaman. Orada görüşürüz. 

Telefonu kapadıktan sonra, aklıma geçen yıl Hitay'la yaptığımız bisiklet turu programı geldi. Son dakika İzmir'e Turizm Bakanı gelince, o gelememiş, ben de Gaziemir Aktif Pedal Grubuyla bisiklet sürmeye gitmiştim. İnşallah bu kez birlikte bir etkinlik gerçekleştirmeyi başarabiliriz diye düşündüm. 

Ege Maraton'dan arkadaşlarım Ali Osman ve Ender'i, akabinde Alihan ve Hakan'ı aradım. Onlar dünden koşmaya razıydı. Anlaştık ve bir aksilik çıkmazsa bu kez Cumartesi günü 6 kişi koşacaktık. 

Ender daha önce Yeşilyurt'da oturuyordu. Şimdi ise Karşıyaka'da. Benimle takılan herkes bir yerlere gidiyor. Daha önce, hep birlikte yürüdüğümüz Yunus da Manisa'ya taşınmıştı. Şimdi ise Ender. Acaba benden mi kaynaklanıyor diye düşünmedim de değil. :)

İzban, Vapur veya otobüsler Ender'in sabah 06.00 da Karşıyaka'dan İnciraltı'na gelmesi için pek uygun değildi. Bunlardan birini denese bile geç kalma ihtimali oldukça yüksekti. O nedenle,  sabah gidip arabayla onu alacaktım.

Cumartesi sabahı erkenden düştüm yola, geleneksel çorba faslından sonra istikamet Karşıyaka İskele olmak üzere kontağı çevirdim. Yolda bir bisikletli gördüm, karanlıktan süzülerek geliyor ve karşıdan karşıya geçiyor. Ne zamandır bisiklet süremediğim için içim cız etti. Yakışıklım, ars
lan oğlum Mehmet'e de bisikletinin çalınmasından sonra henüz yenisini almamıştım. Birlikte yaptığımız mini bisiklet turları yarım kalmıştı. Bugünden tezi yok almalıyım artık diye düşündüm. 

Bu düşüncelerden sıyrılıp,  radyoda sabah mahmurluğunu attıracak bir kanal  bulmaya  çalıştım.  Radyodaki yorumcu, Fenerbahçe başkanının basketbolda doğru yaptığını ve desteklediğini, futbolda ise yanlış yaptığını  söyleyerek bir biri ardına  eleştirilerini sıralıyordu. Taraftarlardan geçen yıllara göre daha fazla kişinin başkanın istifasını istediğini söylüyor. Açıkçası bu kanal beni pek sarmıyor, birkaç zappingten sonra TRT Türkü kanalındaki sazlı-sözlü türküler eşliğinde Karşıyaka İskelesi'nin tam karşısına park ediyorum. 

Biraz erken gelmişim. Ender'in gelmesine daha 15 dk vardı.  Ender'e mesaj atıp, dışarıda tur atmaya başladım. Sabahın köründe ayakta olanlar, fırıncılar, taksiciler ve sabah sanki uzak bir yolculuğa hazırlanan  6-7 motorcu kasklarını takıyor, kulakları enlenmiş ve ensesi kalın köpekler de "buralar bizden sorulur" edasıyla cadde de fink atıyorlardı. 

Tam saatinde 06.00'da Ender geliyor. Ender'le son görüşmemizin üzerinden neredeyse 2 ay geçmişti. Sarılıp hasret gideriyor, hal hatır soruyoruz. 

Sonra arabaya binip, Altınyol ve Fuar sapağı güzergahından Konak'a geldik. Nerde olduğunu öğrenmek için Ender Ali Osman'ı aradı, o da sahile çıkmak üzereydi. Onu da yoldan aldık, 10 dakika içinde İnciraltı Kent Ormanı'ndaydık.  

Hitay ve peşisıra Alihan da damladı. Hitay ilk kez böyle bir koşuya katıldığı için biraz gergin ve heyecanlı görünüyordu. Ona temponun düşük olacağını ve diğer arkadaşlar tempoya kendilerini kaptırırlarsa bile birlikte devam edeceğimizi söyledim. Biraz rahatladı gibi. 

Hakan gelmedi, telefon ettim açmadı. Buluşma saatinden 10 dk geçince "ders düştü" deyip biz 5 kişi programımıza devam ettik. Hakan beden eğitimi öğretmeni. Gelseydi, ısınma hareketlerini o yaptıracaktı. Gelmeyince o iş bana düştü. 7-8 dk temel ısınma hareketlerinden sonra, 7 pace ile koşmaya başladık. 

Koşarken Kasım'daki İstanbul Maratonu ve 2017 Mart'ındaki Runatolia maratonuna kayıtlarından, bir ay sonra gerçekleşecek İzmir Yarı Marratonu'ndan konuştuk. Kent Ormanı'ndan Barış Manço köprüsü istikametinde ilerlerken birkaç dakikalık canlı yayın yaptık face'de. Geçen yıl Ali Osman koşu virüsünü bana bulaştırmıştı, ben de Alihan ve Hakan'a. Ender'in kanında geçmişten gelen epey bir koşu virüsü varmış. Bugün de Hitay son kurbanımız. Ona da bulaştı. 

Daha koşu alanından ayrılmadan, sabahları erken kalkıp koşmaktan ve sağlık için ne denli önemli olduğundan bahsetmeye başladığına göre virüs kana ulaşmış demektir. Artık iflah olmaz. 😀

Barış Manço köprüsüne varınca oltayla balık yakalamaya çalışan bir avcıdan fotoğrafımızı çekmesini
rica ettik. O bizi çekti, sonra biz de onları. Biraz daha ilerleyince Ali Osman tempoyu artırdı, geri kalan dörtlü bir süre sohbet halinde koşuya devam ettik. Ender, İzmir Yarı Maratonu sonrası rüyasında turşu gördüğünü, kalktığında turşu yiyince gözlerine fer geldiğini, bütün bunların ise koşu esnasında içtiği sekiz şişe suyun elektroliz dengesini bozmasından kaynaklandığını söylüyordu. 

Mesafe 3,5 km olduğunda,  Hitay  yorulduğunu ve artık daha fazla koşamayacağını söylüyordu. Ben öndeki gruba seslendim;

-Siz devam edin, biz biraz yürüyeceğiz. Gelecek tur size katılırız. 
-Tamaaam!

Artık tempo baskısı kalkmış, Hitay ile yürümeye başlamıştık. Hız azalınca etrafımızda çiçek açan ağaçların güzelliğine dikkat kesilmeye ve ciğerlerimizin en ücra köşelerine kadar işleyen deniz kokusunu hissetmeye başladık. Fırsat buldukça da bu güzellikleri ölümsüzleştirmeye çalıştık. 

Bu arada, her halinden profesyonel olduğu belli olan bir bayan atlet sabah antrenörü eşliğinde idman yapıyordu. Hem bisiklet kullanıp hem de koşu yaptığına göre duatlon yada triatlon antremanı yapıyor olmalıydı. Muhtemelen 4 pace ile koşuyordu ama antrenörü "daha hızlı" diye bağırıyordu. Tabii bizim koşu ile onun yaptığının tek ortak yönü Yaradanın bir olması! Profesyonellik ile amatörlük arasındaki fark bu olsa gerek!

Bu atlet geçen yıl benim lisansım olmadığı için halk kısmına katılabildiğim İzmir Duatlonu'nu hatırlattı. Hitay'a İzmir duatlonunun 5 km koşu, 20 km bisiklet ve 2,5 km koşu şeklinde olduğunu ve sadece lisanslı sporcuların kabul edildiğinden bahsettim. Gelecek yılki duatlona yeterli hazırlık yapabilirsek katılabileceğimizi,  çocuklar kategorisinde  oğlum Mehmet'in de katılmasını istediğimi söyledim. 

Pek yorum yapmadı ama gözlerinden "Önce şu koşma işini bir becerelim. Duatlon için henüz erken" mesajını okudum. 

Biz ayaklarımızı koşturmaktan ziyade sözcükleri koşturduğumuz için, arkadan önce Ali Osman, sonra Alihan geldi ve bize tur bindirdi. Birkaç dakika sonra Ender de bize yetişti ama koşmayı bırakıp bize takılmayı tercih etti. 
Finish'e geldiğimizde saatlerimiz, koşanların  10-12 km, Hitay ile ikimizin ise koşu-yürüyüş karışık
8,6 km yol katettiğimizi gösteriyordu.

Son selfilerimizi çektikten sonra Alihan Kent Ormanı otoparkında bizden ayrıldı. Ali Osman "Kipa'ya gidip kahvaltı yapalım" önerisini getirince, kısa bir konsültasyon sonrası öneriyi oy birliği ile kabul ettik. 

10 dakikalık bir yolculuğun ardından arabaları Kipa'nın karşısına park edip içeri girdik. Sabah 5-6 kişi dışında pek kimse yoktu. Kipa personeli rafları düzenliyor, yeni güne başlamanın hazırlıkları ile meşgul oluyorlardı. 

Kahvaltı gayet minik ve  klasik bir tabakta self servis şeklindeydi.  Kahvaltı tabaklarımızla sandalyelerimize oturunca, herkesin mimiklerine ve gözlerine  görevini başarıyla yerine getirmiş olmanın huzuru ve mutluluğu aksediyordu. 

Sonradan öğrendiğime göre beden eğitimi öğretmenimiz Hakan uykuyla olan mücadelesinde mağlup olmuş ve tüm bu güzelliklerden mahrum kalmıştı. Onun için bir başka sefere dedik. 

Bu koşuda, endorfin kurbanları arasına Hitay'ı da katmış, koşu virüsünü ona da bulaştırmış olduk. Daha nice  yeni kurbanlara, hep birlikte nice güzel ve sağlıklı koşulara!