Translate

13 Temmuz 2016 Çarşamba

Hırkalı-Çataloluk Köy Yollarında Koşu, İzlenimler ve Canlanan Anılar...

Gecenin karanlığı son demlerini yaşarken, Asi Tepe’nin üstü kızarıyor ve her geçen dakika ortalık daha da aydınlanıyor.

Sanki Temmuz değil de, Mart ayındayız. Yataktan doğrulup yere bastığımda, laminantın soğukluğunu ayaklarımda hissediyorum. 


Sabah erkenden zeytin tarlalarına bakmaya gidecek ve  bir aydır Ramazan nedeniyle askıya aldığım koşuya yeniden başlayacaktım.

Saate bakıyorum: 06.15. Sabah mahmurluğunu atmak için önce elimi yüzümü yıkıyor, sonra eşofman, tişört, şapka, çorap ve ayakkabı ne varsa bir çırpıda üstüme geçiriyor ve kendimi bahçeye atıyorum.

Koca harman meydanından Kuzey Mahalle’ye doğru yürürken, bir taraftan Garmin 735 saatimi koşu için ayarlamaya çalışıyor,  diğer taraftan kahvehane önünde rüzgarla dalgalanan Türk Bayrağının hışırtısını duyuyorum.


Köyde yollar kilit parke taşlarla döşenmiş döşenmesine de, yolun bazı bölümlerindeki çukurlar kapatılmadan döşeme yapıldığı için çukurları  tüm kıvrımlarıyla hissedebiliyorum.

Köy içindeki Cami ve Çeşme’yi geçtim, ta Veli Aga’nın evinin önüne kadar bir iki horoz sesi dışında ne bir ses ne bir insana rastlıyorum.

Veli Aga’nın evinin önünde, oğlu Mehmet kapıdan gözlerini ovuştura ovuştura çıkıyor, selamlaşıyoruz. Sonra Veli Aga’nın eşi Ayşe abla sundurmadan sesleniyor:

- Biroool. Hoş geldin. Nereye böyle?

-Hoş bulduk. Zeytinlere bakmaya gidiyorum.

-İyi iyi. Ana babana da bir dua edersin.

-Tabii. Ayşe abla. İnşallah. Görüşürüz.

Bu arada, Çinko ile Veli Aga’nın evinin arasında, traktör ile patoz (=harman dövme makinesi) dan gelen Şaban Dayı’nın Süleyman ile karşılaşıyoruz.

Traktörden el sallayarak selam veriyor, ben de alıyorum. Ben tam kenara çekilirken, traktörün direksiyonunu biraz fazla kırmasıyla, arkadaki patozun yolun aşağısındaki Veli Aga’nın evin duvarına çarpması bir oluyor.  Duvardan 4-5 tane büyük taş düşüyor.

Patoz ileri de gitse, geri de gitse duvar yıkılacak. Süleyman abi, ileri gitmeyi seçiyor ve bir o kadar daha taş yuvarlanıyor duvardan aşağı.

Eskiden olsa, kıyamet kopardı ama olağanüstü bir şey olmadı diye geçiriyorum içimden.

Tüm bunlar yaşanırken, ben de biçare olan biteni seyrediyorum ama yapılacak bir şey yok. Yola devam ederken, bu mahalledeki eski evimiz canlanıyor gözümdeYıllar öncesine gidiyorum. 1999 yılında yıkılıncaya kadar, bu olayın olduğu yerden 200-250 metre ileride bizim de içi ahşap, duvarları taşla örülü, 3 oda ve bir çardaktan oluşan bir evimiz vardı.

Karşı komşumuz Tavukçu’nun Nasuh’un eviydi. 1980’li yıllarda annesi Emine ebe namazında, niyazında 70’ini çoktan devirmiş bir nineydi.  Karşıdan görenler, onun sürekli rükuda olduğunu sanırdı. Nasuh dayı’nın evinde oturur, elinde değneği ile gezer, boş durmaz ve mutlaka uğraşacak bir şeyler bulurdu. 

Şerifoğulları’nın Bekir’in evi (bizim ev) ile Tavukçu’nun Nasuh’un evi arasındaki yol traktör şoförlerinin kabusuydu. Nitekim, ömrünün traktör üstünde geçirmiş şoförlerin bile bu yolda mutlaka bir duvar yıkmışlığı vardı.

Emine ebe bir elinde değneği, bir elinde kazık süpürge ile yoldaki çer çöpü ve küçük taşları kendi evlerinden tarafa süpürürdü. Böylece, o tarafta yol daha yüksek olacağı için yoldan geçen traktörlerin kasalarının havalesi yada patoz bizim evin bombeli duvarına çarpacaktı. 

Bazen tam isabet bizim evin duvarı çöker, bazen de yere eğilmeye hazır bir insan silüeti gibi duran Nasuh dayının evinin köşesine çarpardı. 

Duvar yıkıldığında bazen traktör sahibi duvarı yaptırır, bazen de yıkılırken "Tamam, bakarız" der uğramazdı. Duvarı yıkılan ev sahipleri traktör şoförüne, traktör şoförleri de doğru düzgün duvar yaptırmayan ev sahiplerine saydırırdı. 

Aslında her iki taraf da haklıydı ama niye yolu ve duvarları düzeltip zemine düzgün bir beton atmazlardı hala anlamış değilim. Belki de bu biraz gürültülü, hatim indirmeli ama farklı bir anlaşma şekliydi. 

Bir an sonra şimdiki zamana dönüyor ve cevizli harmanda olduğumu fark ediyorum. Artık koşma zamanı. Altı buçuk dakikada bir kilometre alacak bir hızla (pace) köy mezarlığına kadar koştum. Mezarlıktan geçerken bir Fatiha okudum, anne babam ve ahirete göçmüş tüm ceddimiz için. 


Koşmaya devam... Alo muğarı (=çeşme) ndan sonra zeytin tarlasına ulaştım. Saati durdurdum. Zeytin ağaçlarını gezmeye başladım. Verim geçen yıldan da kötü. Ama burada bir sorumlu varsa o da yeterince ilgilenmediğimiz için bizdik.

Çift sürüldü, budama yapıldı, çapa işleri yapıldı ve soğuklardan korusun diye göktaşı atıldı. Ama gübre ve çiçek tutundurma için gerekli ilaçlama yapılmadı. Sonuç ortada. Abim daha özenli davrandığı için onun zeytinlerinin durumu daha iyi. Al yazmalım filminde, Türkan Şoray ne diyordu? Sevgi demek, emek demekti. Yeterince emek yoksa, gerçek tokat gibi çarpıyordu yüzümüze. 

Sonra saatin start tuşuna bastım ve yokuş yukarı koşmaya başladım. Bir aylık aranın verdiği hamlığı hissettim. Nabız 160'a dayandı. Biraz yavaşladım ama hafif tempo koşmaya devam. Mezarlıktan Pirenliğe doğru iniş aşağı koşuyordum bu kez. Hız arttı ama iniş aşağı inerken kaslarımı hep fren yapmak için kullandım. Bir süre daha koştuktan sonra face'de 5-6 dakika canlı yayını açtım.  O saate ayakta olan tek ben değilmişim.

Eminem muğarını geçtim koşar adım. Yol yeterince bozuk. Şimdi ultra trail koşanların çektiği çileyi az da olsa yaşıyordum. Tabii bunda antremansızlığın da hatırı sayılır bir etkisi vardı. Ak muğarı ve Çavullara dönüş kavşağını geçtim ve Firdevs muğarını hedef alıp yokuş yukarı koşmaya başladım. Pamuk'un dam (=Üzeri toprak kaplı ev) ının önünde tütün yaprağı toplayanlar vardı. 

Aslında seslenmek istedim "kolay gelsin" diye. Ama  o enerjiyi kendimde bulamadım. Firdevs muğarı tarafındaki zeytin de, daha sonra Karacakarpuz mevkiindeki zeytinlerde de durum aynıydı. Aklıma servisteki kızlarımızın düğün paraları geldi. Bu zeytin paralarını beklerlerse, epey zamanları var diye düşündüm. :)


Çataloluk köyü girişi trafik levhasının önüne kadar koştum. Orman İşletme Binası'nın önünde Nurullah Yaşar ile karşılaştım. Beni görür görmez gülmeye başladı ve:

-Birol hocam. Face'de seyrettim. Koşmaktan geliyorsun galiba.
-Evet. Biraz zeytinlere baktım. Biraz da sabah sporu, koştum.
-Zeytinler nasıl?
-Pek iyi sayılmaz. Sen n'apıyorsun?
-Hocam, mesai başladı. Biz de Orman'a hareket edeceğiz.
-Hayırlı işler..
-Köyde görüşürüz.
-Görüşürüz.

Bu kısa sohbetten sonra ben ayrılıyorum. Birkaç dakikalık yürüyüşten sonra Kayınvalidemin evine varıyorum. Kapıyı açıyor ve içeri giriyorum. Akşamki gürültü ve tantanadan eser yok. Her oda kayınvalidemin torunlarıyla dolu. İkisi benimkiler. Kayınvalidem ve büyük anneanne de bir odada. Ben kapıyı açınça kayınvalidem uyanıyor.


-Anne, dün tamir edilecek priz var diyordun. Kontrol kalemi var mı?
-Dışarıda pencerenin önünde oğlum. Ordan al.
-Tamam anne. Ben halleder giderim.
-Sağol oğlum.

Yoldan yana bakan Oda'da televizyonun bağlı olduğu priz ve ona bağlı elektrik kablosu çıkmış. Tornavida ile elektriği kontrol ettikten sonra sigortayı kapattım. Birkaç dakika içinde elektrik prizini eskisinden de sağlam şekilde yerine monte ettim. Kapıyı çektim ve çıktım evden.

Köy içinde seri adımlarla yürüdüm ama koşmadım. Saat 08.00'e geliyordu. Dükkan ve kahve kapalıydı. Kahvehanenin önünden geçtim. Yönüm Hırkalı'ya doğru ilerledim. Köy çıkışındaki trafoların yanına ulaştığımda yeniden koşmaya başladım. Arka fonda çam ağaçlarının ince yapraklarının rüzgarda çıkardığı ıslık, böcek ve kuş seslerinin oluşturduğu bir seremoni eşliğinde koşuyordum. Kadalı muğarına varmadan düzlükte, koyun otlatan bir kadın gördüm uzaktan. Duruşundan sanki tanıdık birisi. Yaklaşınca Ramazan dayımın kızı Hatice abla olduğunu anladım.

Ben daha ne yapıyorsun abla demeye kalmadan o, bir yandan elini uzatıyor öpmem için, bir yandan da;

-Gülüm, ne oldu? Kötü bir şey mi var? Niye koşturuyorsun böyle?
-Yok. Hatice abla. Sabah sporu. Biraz koşayım dedim.
-Allah canını almasın senin. Ne koşturuyon. Güzel güzel yürüsen ya...
-Her zaman yürüyorum abla. Biraz koşayım dedim.
-Eee. Madem öyle koş o zaman. Zehra'ya, çocuklara selam söyle.
-Aleykümselam. Sen de...

Haklıymışım. Burada durup dururken koşmak pek hayra alamet değil. Hele Hırkalı ve Çataloluk köylerinin içinde  koşsam, kim bilir kaç kez, "Ne oluyor? Niye koşuyorsun?" sorusuyla muhatap olacaktım. İzmir ve diğer şehirlerde cadde, sokak ve parklarda koşunca insanlar genelde biraz gülümsüyor, belki de içinden benim de biraz hareket etmem lazım diye düşünüyor. Ama köyde zorunlu olarak köylülerin büyük çoğunluğu tarla işleri, hayvancılık vs.  daha fazla hareket ettiğinden burada yaşayan insanlar için durduk yere koşmak pek anlamlı gelmiyor.

Kadalı muğarını geçtikten sonra, Hırkalı Köyü levhasını gördüm.  Yolun sağında ve solunda, erik, elma ve kayısı ağaçları içtimaa çekilmiş askerler gibi yanyana dizilmişlerdi.  Yaklaşıp birkaç kare fotoğrafını çekiyorum. 

Tam Kara Ali'nin Hüseyin abinin evinin önünden geçerken, Hüseyin abi, eşi ve birkaç kişinin geniş ve mavi tırabzanlı  beton çardakta kahvaltı yaptıklarını görüyorum. Onlar da beni fark ediyor ve Hüseyin abi;

-Birol, gel kahvaltı yapalım.
-Abi, evde kahvaltı için bekliyorlar, gideyim ben. İnşallah daha sonra.
-N'olcak be. Bir çayımızı içmeden mi gitcen? Bir şey olmaz, beklesin evdekiler.
-Peki bir çayınızı içeyim o zaman..
-He şöyle. Çık yukarı..

Beton çardağa çıktım, uzattıkları sünger şilteye oturdum. Sofrada Hüseyin abi, bacanağı ile ailece kahvaltı yapıyordu. Hüseyin abi, hangi güzergahtan geldiğimi, kendisinin av merakı olduğunu, koşmadığını ancak av peşinden giderken iyi spor yaptığından dem vuruyordu. Bacanağı ile de orada tanıştırdı beni. Bacanak, Gaziantepli'ymiş ve bayram için oradan araba ile geze geze gelmiş Hırkalı'ya, geze geze de gidecekmiş.



Hüseyin abi, Antalya'ya domates işinde çalışmak için gittiğini, köy koşullarına göre iyi para kazandığını ve burada dursa o kadar para kazanamayacağından bahsediyor. Bu arada; Hüseyin abinin eşi, güzel bir çay, birisinde kayısı, diğerinde böğürtlen iki kase meyve getiriyor. Sohbet rahmetli babamla olan dostluklarından, evinin dibinde yetiştirdiği kayısılara kadar derinleşiyor. Şöyle devam ediyor:

-Yol kenarındaki meyveler yoldan geçenlerin hakkıdır. Bundan sonra, kim ne yerse ve ardından dua ederse benim kârım bu.


Hüseyin abinin bu tavrı rahmetli babamı hatırlattı bana. O da bostan tarlasından karpuz ve kavunları küfelere doldurur, tarladan eve gelinceye kadar yarıya yakınını yolda eşe dosta dağıtırdı. Hiç unutamadığım şeyse; babamın mezarlıktan geçerken sevdiği arkadaşları ve akrabalarının mezarına karşılık gelen duvarın üstüne karpuz yada kavun bırakmasıydı. En sevdiği Nokrallı dayının mezarına torpil geçer,  ömrünün sonuna kadar bırakmadığı birinci sigarasından bırakırdı.



Koşu Güzergahı
Arkadan tütün toplamaktan yada tarlada çalışmaktan gelen köylüler de, kendi ihtiyacı kadar bu bostanları alır, afiyetle yer ve bunları bırakanlar için hayır dua ederlerdi.

Hüseyin abi ve bacanağı ile  yarım saate yaklaşan bir sohbetten sonra müsaade istedim ve yeniden düştüm yola. Köy içinde olduğum için koşmadım ama seri adımlarla Vela'nın, Muhtar Garip'in evinin önünden geçtim ve en son Koca Harman'a geldim.

Nihayet koşu için hedeflediğim güzergahı tamamlamış ve görevini yapmış muzaffer bir komutan edasıyla minik ama o kadar da sevimli olan evimize ulaşmıştım. İçimden o kadar da zor değilmiş, yarın yine koşayım diyordum. 


Ama ertesi gün olduğunda, bacaklarım tutulmuş, ayaklarım iyice ağrımaya başlamıştı. O gün koşmaktan vazgeçtim. Ama biraz daha güç toplayıp yine devam edecektim. Çünkü,  ben bu ağrıları daha önce de yaşamış ve baş etmiştim.  Ne kadar çok antreman, o kadar az ağrı sızı!



2 yorum:

  1. Yazını zevkle okudum.Dana Veli dersen bazıları kırılır.Vela dersen kimse kırılmaz.Zevkli yazılarının devamını sabırla bekliyorum.Selamlar Salıcaklakal (Fatma Abla öyle derdi)

    YanıtlaSil